Bir önceki yazımda Kurtuluş Savaşı sürecinde Kürtlere Özerklik verilmesi konusunda bilgi ve belgeler konusunda Ayşe Hür’ün Taraf Gazetesindeki yazısından hareketle yaptığım okumaların sonuçlarını aktarmıştım. Bu kapsamda yapılan bir saptama da Ayşe Hür’ün yazısında Heyeti Vekile (Bakanlar Kurulu) kararıyla Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından verilen talimatın tarihindeki yanlışlıktı. Hür’ün, anılan yazısında:
“EL CEZİRE KOMUTANLIĞINA TALİMAT ‘Özerklik’ konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek olay, 22 Temmuz 1922 tarihinde Meclis’te okunan Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Heyetinin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatıdır.” (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - İstanbul - 22.10.2008) şeklinde kaydedilen bu talimatın tarihi yukarıdaki alıntıda yer aldığı gibi 15 Temmuz 1922 değil Cephe Komutanı Nihat Paşa’nın göreve atandığı 26 Haziran 1336 (1919) ile görevden alındığı 3 Kasım 1337 (1921) arasında olması gerektir (Durdu Mehmet Burak, “El-Cezire Kumandanı Nihat Paşa’nın Eşkıya Tarafından Soyulması”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, 2005 s:169-183). Nitekim, 22 Temmuz 1338 (1922) tarihli Meclis Tuatanağında söz konusu talimatın tarihi 27.06.1337 (1921) olarak nitelenmektedir. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, Ankara, s.550) http://blog.milliyet.com.tr/Kurtulus_Savasi_nin_Musul__Cephesi_-2/Blog/?BlogNo=209731
Ayşe Hür’ün söz konusu talimatın tarihinde yanılmış olması onun bu talimatın nedeni hakkındaki yorumunu da kanımca hatalı olarak etkilemiştir. Nitekim anılan yazıda bu talimatın veriliş nedeni şu şekilde ifade edilmiştir:
“Bu talimatın neden verildiğini soran milletvekillerine önce ‘hükümet işidir’ denilerek cevap verilmek istenmemiş ancak ısrarlar üzerine Nihad Paşa’nın 35 sayfalık gerekçesi okunmuştur. (Gerekçe ve üzerine tartışmalar için bkz. s. 552-574) Burada özetlememe imkan olmayan bu mektupta anlatılanlar ‘özerklik’ kararın gerekçesini açıklamaktan uzaktır. Arka planda o sıralar İngilizlere karşı ikinci kez isyan eden Şeyh Mahmut Berzenci’yi kontrol altına almak isteği vardır. Nitekim, Berzenci bu teklife güvenerek, İngilizlere meydan okumakta ölçüyü kaçırmış sonunda uzlaşmazlığının cezasını Hindistan’a sürülerek ödemiştir.” (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - Istanbul - 22.10.2008).”
Oysa, talimatın bütünü okunduğunda gerekçesi de açık olarak görülmektedir. Talimatın verilmesinin gerisinde bölgenin İngiliz ve Fransız faaliyetlerine açık olmasının yol açacağı kargaşanın önlenmesidir. (http://blog.milliyet.com.tr/Kurtulus_Savasi_nin_Musul__Cephesi_-2/Blog/?BlogNo=209731) Talimatın gerekçesinin sorulmasında da bu tehlikeye karşı tedbir olarak cephe komutanlığına tanınan yetkilerin bölge milletvekillerinde uyandırdığı tepkidir. Nitekim görüşmelerin devamında Nihat Paşa hakkında Diyarbakır Mebusu Hacı Şükrü Efendi’nin yapmış olduğu şikayet ve görüşmeler sonrasında olayların üzerinin kapanacağı gerekçesiyle tepkilerin dozu giderek yükselmiştir. Sonuçta, daha önce de ifade edildiği gibi yapılan oylamada Adliye Encümeninin mazbatası doğrultusunda Nihat Paşa’nın verilen talimatlara uygun hareket ettiği kararına varılmıştır. Bu olayda dikkat çeken bir nokta da, 14 Teşrin-i Sani 1921 (1337) tarihli Nihat Paşa hakkında suçlamalarda bulunan Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine Diyarbakır Mebusu Hacı Şükrü’nün gönderdiği telgrafın Mustafa Kemal Paşa tarafından işleme konularak konunun Adliye Nezaretine havale edilmesidir. Nitekim bu kapsamda Nihat Paşa Elcezire Cephesi Komutanlığı görevinden alınmıştır. (Durdu Mehmet Burak, “El-Cezire Kumandanı Nihat Paşa’nın Eşkıya Tarafından Soyulması”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, 2005 s:169-183)
Gerçekte Mustafa Kemal’in Şeyh Mahmut Berzenci ile irtibat girişimi olmuştur. Ancak bu girişimin tarihi 13 Ağustos 1919 olup Erzurum Kongresi sonrasında bölgedeki diğer bazı aşiret reislerinden destek sağlamaya yönelik benzer içerikli telgraflar söz konusudur. Şöyle ki:
“Şeyh Mahmut Efendi Hazretleri’ne,
Faziletlü Efendim,
Yüce hilafet makamına ve Osmanlı saltanatına olan hakiki bağlarınız ve aziz vatanımız hakkındaki kati alakanız herkesçe çok iyi bilinir. Harbi Umumi’nin makûs neticesi düşmanlarımıza çok fırsatlar verdiğinden Mütareke’den beri devlet, millet ve vatanımız hakkında reva görülen tecavüz ve saldırılar tahammül ve kabul edilemeyecek dereceye varmıştır. Hilafet ve saltanatın yok olmasına ve vatanımızın Ermeni ayakları altında çiğnenmesine ve milletimizin Ermenilere esir olmasına rıza gösterecek hiçbir Müslüman tasavvur edilemez. Düşmanlarımızın her taraftaki teşebbüsleri hep vatanın parçalanması ve milletimizin esir olması gayretlerine yöneliktir. Milletten kuvvet alamayan ve esir vaziyetinde bulunan merkezi hükümet aczden başka bir şey gösterememiştir.
Milletin yekvücüt olarak kuvvet ve kudretini cihana göstermesinden başka kurtuluş çaresi ve dayana noktası kalmamıştır. Bu sebeple senâverleri resmi makam ve sıfatımın engel olduğunu gördüğümden derhal askerlik mesleğinden istifa ederk vatan ve milletimizin tam kurtuluşuna kadar milletle beraber ve milletin içinde çalışmaya karar verdim. Zatıalileri gibi fedakar, vatansever dindaşlarımızın benimle beraber çalışacağınıza eminim. Bu defa Erzurum Kongresi’nce karalaştırılan beyanname ve nizamnamelerden takdim ediyorum. O havalice teşkilatın genişletilmesi ve takviyesi konusunda kuvvet sarf edilmesini rica ederim. Yakında Sivas’ta toplanacak genel bir kongre ile de daha faydalı ve kati neticeler elde edileceği şüphesizdir. O havalide İngilizlerin aldatıcı telkinlerinin önüne geçilmesi pek ziyade lazımdır. Cenabı hak cümlemize muvaffakiyetler ihsan buyursun. Gözlerinizden öperim Efendim.
Eski 3. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt 3, 2000)
Benzeri mektuplar aynı gün, Bitlis, Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendi’ye, Şırnaklı Abdürrahman Ağa’ya, Deşevli Ömer Ağa’ya, Muşaslı Resul Ağa’ya, Norşinsli Büyük Şeyhlerden Şeyh Ziyaettin Efendi’ye de gönderilmiştir. Ancak Şeyh Mahmut’a gönderilen “…bu mesaj sırasında Süleymaniye işgal edilmiştir; bu nedenle mesajın eline geçmediği kesindir.” (Murat Güztoklusu, Musul Özdemir Harekatı, İstanbul, 2008, s.45). Güztoklusu’na göre Mustafa Kemal doğru kişiyi seçmiştir; Şeyh Mahmut İngilizler’in bol para ve hanlık teklifini reddetmiş, yurtseverliğini ve yiğitliğini göstermiş bir yerel liderdir. Ayrıca, Şeyh Mahmut 25 Ağustos 1919’da sürgüne gönderilmiş, Aralık 1921’de de tekrar geri dönmesi sağlanmıştır. (Güztoklusu, a.g.e, s.376). İngiliz kaynaklarında Şeyh Mahmut’un kendilerine yakınlaşıp uzaklaşmasından hareketle çok da olumlu ifadeler bulunmamakla birlikte, bu noktayı daha sonraya bırakarak, yazımızın başında değinilen Nihat Paşa’ya verilen ve içeriğinde Kürtlere Özerklik hususu öne çıkarılarak, bunun amacının Şeyh Mahmut’un milli mücadele cephesine çekilmesi olarak nitelenen talimatın tarihinin 27.06.1337 (1921), Şeyh Mahmut’un Süleymaniye’ye dönüşüne izin verilen Aralık 1921 tarihinden aylar öncesine karşılık geldiğinin altını çizmek istiyorum.
Ayrıca, Şeyh Mahmut'un Hindistan'a sürgüne gönderilme tarihi yukarıda ifade edildiği gibi Ağustos 1919 olup bu tarihten önce başlayan isyanının Ankara'nın herhangi bir teklifine dayanıyor olması mümkün değildir. Şeyh Mahmut'un ikinci isyanı ise Milli Mücadelenin örtülü bir cephesinin bir parçası olarak oldukça farklı gelişip sonuçlanmıştır. “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi” kitabının yazarı Wadie Jwaideh’e göre ise Şeyh Mahmut’un İngiliz’lerin desteği ile tekrar Süleymaniye’ye geliş tarihi Eylül 1922’dir. “Şeyhin görevine iade edilmesinin üzerinden henüz bir ay bile geçmemiştir ki, onun Türklerle temas halinde olduğu ortaya çıktı. Türklerle yaptığı görüşmelerin niteliği Özdemir’in Cezire’deki Türk askeri karargahına gönderdiği mektupların ele geçirilmesiyle açığa çıktı (Cecil John Edmons, Kurds, Turks and Arabs, Politics, Travel, , and Research in North Eastern Iraq, s.310-314’den aktaran; Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, İstanbul, 2007, s.387) . Bu tarih 29.09.1338 (1922) tarihli lcezire ve Irak Teşkilat ve Harekatı Milliyei Umumiye Kumandanı Özdemir tarafından Şeyh Mahmut’a gönderilen ve “Mücahidi Muazzam, Şih Mahmud Efendi Hazretlerine” diye başlayan mektuba karşılık gelmektedir. (Güztoklusu, a.g.e, s.148).
1 Temmuz 2010 Perşembe
Kurtuluş Savaşı’nın Musul “Cephesi”-2
Bir önceki yazıda ele aldığım İngiliz devlet belgelerinden hareketle; Sakarya Zaferi sonrasında İngiltere’nin, Ortadoğu’da çıkarlarının çatıştığı Fransa ve İtalya’yı ve kuvvetle muhtemel egemen bir Türkiye Devleti’ni ileri bir tahlil ile temel tehdit olarak algıladığı Bolşevik Rusya karşısında muhtemel bir yandaş olarak hesaba katmakta olduğu ve doğrudan karşı karşıya gelmeyi istemediği yorumunu yapmış, Musul konusunda çeşitli kaynaklardan okumalarımı yaparken, bu üstü kapalı algının Türkiye nezdinde olan yansımalarının somut belgelerini aramaya devam edeceğimi belirtmiştim.
Bu kapsamda dikkat çeken bir belge de Büyük Zafer’in öncesindeki günlerde İngiliz Yüksek Komiser Vekili Nevile Henderson’un eski başbakan Kont Arthur Balfour’a yazdığı 25 Temmuz 1922 tarihli mektuptur (Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt-4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s.316). Söz konusu mektubun bir paragrafında; Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetkisini alması sonrasında yaptığı konuşmaya atfen “Misak-ı Milli’mizin asli ruhu” nun üstüne vurgu yaparken kurtarılması gereken bölgelerle ilgili olarak Musul’un adının zikredilmediği, katı olarak okunduğunda, söyleminin Musul gibi bazı noktalara çekilebileceği ancak ihtiyatla ve yanılma olasılığını elden bırakmamak kaydıyla Mustafa Kemal’in sözlerini kesinlikle belirli bir niyete yönelik olarak seçtiği, “Misaki Milli’nin asli ruhu”nun kendi başına hassas bir tabir olduğu, Musul’un söz konusu andın vazgeçilmez bir parçası olduğu halde, buranın kurtuluşunun duygusal bir hitabette İzmir, Bursa, İstanbul ve Trakya ile aynı konumda bulunmadığı algısıyla bir tespiti yapılmaktadır.
Söz konusu konuşma Mustafa Kemal’in Başkumandanlık yetkisini üç ay daha uzatan Kanun münasebetiyle 20 Temmuz 1922 tarihinde yaptığı konuşma olmalıdır. Bu konuşmanın yukarıdaki tespitlere konu olan bölümü şu şekildedir: “Efendiler, hakimiyet-i milliyenin bilakayd ü şart millette olduğunu tespit ve ifade eden Teşkilat-ı Esasiye Kanunu hükmünce bugünkü Başkumandanlık Makamı dahi muvakkattır. Başkumandanlık sıfat ve selahiyeti doğrudan doğruya Meclis-i Âlinizin şahsiyet-i maneviyesinde mündemiçtir. Böyle bir makamın, icab-ı hadisat olarak muvakkaten ihdas etmiş olduğumuz bu makamın temadisi, olsa olsa Misak-ı Millimizin ruhu aslisi ile müterfik netice-i kaydiyeye vasıl olacağımız güne kadar devam eder. Maclis-i Âlinizin ilk içtima günlerinde kabul ettiği bir esas vardır ki, o esas, ananat-i milliye ve mukaddesat-ı diniyemizi tamamen mahfuz bulundurur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o esasa tevfik-i harekât ederek netice-i mesudeye emniyetle vâsıl olacağımıza şüphe yoktur. O gün kıymetli İzmir’imiz, güzel Bursa’mız, makarr-ı Hilafet ve Saltanat olan İstanbul’umuz, Trakya’mız anavatana iltihak etmiş olacaktır.”(Atatürk’ün Söylev ve Demçleri I-III, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları:1, 2006, s.264).
Görüldüğü üzere Mustafa Kemal’in misak-ı milliye kuvvetli bir atıfta bulunduğu bu konuşmasında gerçekten de Musul zikredilmemiş olup bu durum İngilizlerin gözünden kaçmamış ve oldukça anlamlı bulunmuştur.
Şimdi geriye dönüp “Kürt Sorunu'na yakın tarihsel bakış” başlıklı yazımdan bir hatırlatma yapmak istiyorum. Konu hatırlanacağı üzere Kurtuluş Savaşı sürecinde Kürtlere Özerklik sözü verilip verilmediğine dair somut belgelerin olup olmadığına ilişkindi. Nitekim, Ayşe Hür’ün Taraf Gazetesi’ndeki yazı dizisinden yaptığım alıntının bir bölümünde şu saptama yer almaktaydı:
“EL CEZİRE KOMUTANLIĞINA TALİMAT ‘Özerklik’ konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek olay, 22 Temmuz 1922 tarihinde Meclis’te okunan Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Heyetinin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatıdır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde (sade Türkçe ile) şöyle denmektedir:
“1- Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız.
2-Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri bütün dünyada kabul edilmiş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini tamamlamış ve başkanlarını ve yetkililerini bu amaç uğruna bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve oyları açık ettikleri zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’daki bütün çalışmanın bu gayeye dayanan siyasete yöneltilmesi Elcezire kumandanlığına aittir….” Elcezire’nin idaresi ile ilgili üç maddesi daha olan talimatı Mustafa Kemal imzalamış. (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, 1980, s. 550-551.)” (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - Istanbul - 22.10.2008).
Şimdi ise bu talimatın gerisine giderek olayın geri planını incelemeye çalışalım. Öncelikle belirtmek gerekir ki “El Cezire Cephesi” olarak nitelenen ve Diyarbakır’da bulunan cephenin komutanlığına 9 Şubat 1922 tarihinde Cevat Paşa atanmıştır. Söz konusu bölgenin Yukarı El Cezire olarak adlandırılan kısmı ise; Musul sancağını (Musul, Akra, Dohuk, İmadiye, Zaho ve Sincar; Kerkük sancağı, Revandiz, Kuşnuk, Köşk, Raniye, Selahiye, Erbil) ve Süleymaniye’yi (merkez ile birlikte Kalambriya, Şehrizor, Muhammerah ve Bazyan kazaları) içine alıyordu. (Zekeriya Türkmen, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 49, Cilt: XVII, Mart 2001 Özdemir Bey’in Musul Harekatı ve İngilizlerin Karşı Tedbirleri (1921-1923). Bu tesbitlerden hareketle zamanın El Cezire bölgesinin teorik olarak bugünkü Irak’ı kapsadığını söylemek hatalı olmayacaktır.
Bu ara bilgiden sonra Ayşe Hür’ün yukarıda alıntı yapılan yazısına dönersek; söz konusu gizli oturumda cereyan eden olayları Hür, “Kürtlere Özerklik” yönüyle değerlendirerek şu sonuca varmaktaydı: “Bu talimatın neden verildiğini soran milletvekillerine önce ‘hükümet işidir’ denilerek cevap verilmek istenmemiş ancak ısrarlar üzerine Nihad Paşa’nın 35 sayfalık gerekçesi okunmuştur. (Gerekçe ve üzerine tartışmalar için bkz. s. 552-574) Burada özetlememe imkan olmayan bu mektupta anlatılanlar ‘özerklik’ kararın gerekçesini açıklamaktan uzaktır. Arka planda o sıralar İngilizlere karşı ikinci kez isyan eden Şeyh Mahmut Berzenci’yi kontrol altına almak isteği vardır. Nitekim, Berzenci bu teklife güvenerek, İngilizlere meydan okumakta ölçüyü kaçırmış sonunda uzlaşmazlığının cezasını Hindistan’a sürülerek ödemiştir.” (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - Istanbul - 22.10.2008).” Bu yorumun nesnelliğinin tespiti açısından gizli oturumun tutanaklarına dönerek olayın daha etraflı olarak ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır.
Öncelikle belirtilmesi gereken bir nokta, gizli oturumda okunan söz konusu cephe talimatının tarihindeki yanlışlıktır. Talimatın tarihi yukarıdaki alıntıda yer aldığı gibi 15 Temmuz 1922 değil Cephe Komutanı Nihat Paşa’nın göreve atandığı 26 Haziran 1336 (1919) (tarih çevirme klavuzuna göre 1920 olmalıdır) ile görevden alındığı 3 Kasım 1337 (1921) arasında olması gerektir (Durdu Mehmet Burak, “El-Cezire Kumandanı Nihat Paşa’nın Eşkıya Tarafından Soyulması”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, 2005 s:169-183). Nitekim, 22 Temmuz 1338 (1922) tarihli Meclis Tuatanağında söz konusu talimatın tarihi 27.06.1337 (1921) olarak nitelenmektedir. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, Ankara, s.550)
Diğer taraftan söz konusu talimatın gündeme gelmesine neden olan gizli oturumun konusu ve buna neden olan olayla ilgili kısa bilgi edinmekte de yarar bulunmaktadır. Gizli oturumun iki numaralı maddesi; “Merkez Kumandanı Nihat Paşa hakkında Adliye Encümeni mazbatası” dır. Mazbatanın konusu ise “Nufuzu memuresini suistimal ve hilafi kanun muamele icra etmek maddesinden dolayı işten el çektirilen Elcezire kumandanı Nihat Paşa hakkında….” olarak nitelenmiştir. Konusu ise şöyle özetlenmiştir: “İcra kılınan tahkikata nazaran müşarünileyhin (adı geçenin) hilafı kanun olmak üzere icra eylediği beyan olunan efâl (fiiller), İslâmlardan bedeli nakdi almak ve rüesayı aşair (aşiret reisleri) ile ağavattan (ağalardan) hediye alıp ve hediye vermek ve hayvanatını askerlere ray ettirmek (güttürmek) ve mal sandıklarına zabit ikamesile memurine maaş verdirmemek ve bazı kesanı (kişileri) memleketlerinden uzaklaştırmak ve gasbedilen nukudunu (paralarını) ahaliye tazmin ettirmek ve orduya odun vereceği bahanesile Yümni Beyi askerlikten tecil eylemek ve münakasaya (açık eksiltme) koymaksızın erzakı askeriyeyi hanesinde ihale eylemek ve poliçe muamelâtında kayın biraderini dahi teşrik (ortak) etmek ve sahte vesika vererek bir zabiti İstanbula göndermek ve Nusaybin kaymakamı Kadri Bey’i himaye eylemesi yüzünden Gümrük varidatının (gelirinin) tenakusuna (azalma) sebebiyet vermek ve Mardin Mıntıka Kumandanı Hüseyin Bey’in bütün suistimalâtına karşı himaye eylemek ve eshabı cinayattan Haçor ve rüfekasını para mukabilinde affeylemek maddelerinden ibarettir.” Mazbatada devamla Nihat Paşa’nın göreve atanmasının gerekçesi ve mevcut koşullar da şöyle belirtilmektedir: “Evrakı mevcuda münderecatına (içindekiler) ve müşarünileyhin vermiş olduğu cevaplara naran İstanbul’un düveli mütelife (itilaf devletleri) tarafından işgali ve harekâtı milliye dolayısile Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Anadoluda teşekkülü üzerine tahrikâtı ecnebiyeye (yabancı kışkırtmalara) pek müsait olan Elcezire kıtasını milli ceryana istinaden hüsnü suretle idaresi vesaireyi mutazammın (içine alan) Heyeti Vekile kararı ile Büyük Millet Meclisi Riyasetinin 27.06.1337 (1921) tarihli talimatnamesi ahkâmına tevfikan (hükümlerine uygun olarak) Nihat Paşa bir takım vezaif (görev) ile Elcezire kıtasına memur tayin edilerek izam kılınmış….” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, Ankara, s.550). Tutanaktan anlaşıldığı üzere de Nihat Paşa ifadesinde Büyük Millet Meclisi Hükümetinin emir ve talimatına uygun olarak hareket ettiğini belirtmektedir.
Bu noktada söz konusu mazbatada yer alan ve Ayşe Hür’ün yazısında tamamı verilmeyen Heyeti Vekile (Bakanlar Kurulu) kararıyla Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından talimatın geriye kalan önemli üç maddesini okumakta yarar bulunmaktadır: “…3) Kürdistanda Kürtlerin Fransızlar ve tahsisen Irak hududunda İngilizlere karşı husumetini müsellah (silahlı) müsademe ile gayri kabili tadil bir dereceye vardırmak ve ecnebilerle Kürtlerin itilafına mani olmak, tedricen mahalli idareler tesisi esbabını (sebebini) ihzar etmek (hazırlamak) ve bu suretle kalben bize merbutiyetlerini (bağlılık) tarsin etmek (sağlamlaştırmak), Kürt rüesasının (reisler), mülki ve askeri makamatla tavzif (vazifelendirme) ederek, bize merbutiyetlerini tarsin etmek gibi hututu umumiye kabul olunmuştur. 4) Kürdistan siyaseti dahiliyesi Elcezire cephesi kumandanlığı tarafından tevhid ve idare edilecektir. Cephe kumandanlığı bu bapta Büyük Millet Meclisi Riyaseti ile muhabere eder. Vilayetler tarafından takip olunacak hattı hareketi tanzim ve tevhid edeceğinden rüesayı memurini mülkiyenin bu hususta mercii de cephe kumandanlığıdır. 5) Elcezire cephe kumandanlığı, idari ve Adli veya mali tadilat ve islahata lüzum gördükçe bunun tatbikini hükümete teklif eder. Elcezire cephesi kumandanı Mirliva Nihad Paşa Hazretlerine. Zata mahsustur. Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyeti tarafından zatı devletlerine mahsus olmak üzere Kürdistan hakkında tanzim edilen talimat berveçhi (olduğu gibi) belâ tebliğ olunur. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal” Görüldüğü gibi talimat açıktır ve Nihat Paşa’nın yöredeki İngiliz ve Fransız faaliyetlerine karşı aşiretleri kendi tarafına çekme temeline dayanan ve suçlamalara karşı yaptığı açıklamalar da dikkate alınarak, emir ve talimatlar doğrultusunda hareket ettiği yönündeki mazbata Mecliste oylanarak tartışmalarla da olsa kabul edilmiştir. Görüşmeler sırasında Bitlis Mebusu Vehbi Bey’in “Heyeti Vekile Elcezire Cephesinde ne gibi hususiyet görmüştür ve neden bu gibi talimata lüzum görmüştür?” sorusunun cevabı yukarıda da ifade edildiği gibi dış etkilere karşı bölgeyi kontrol etme çabasıdır.
Bu kapsamda dikkat çeken bir belge de Büyük Zafer’in öncesindeki günlerde İngiliz Yüksek Komiser Vekili Nevile Henderson’un eski başbakan Kont Arthur Balfour’a yazdığı 25 Temmuz 1922 tarihli mektuptur (Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt-4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s.316). Söz konusu mektubun bir paragrafında; Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetkisini alması sonrasında yaptığı konuşmaya atfen “Misak-ı Milli’mizin asli ruhu” nun üstüne vurgu yaparken kurtarılması gereken bölgelerle ilgili olarak Musul’un adının zikredilmediği, katı olarak okunduğunda, söyleminin Musul gibi bazı noktalara çekilebileceği ancak ihtiyatla ve yanılma olasılığını elden bırakmamak kaydıyla Mustafa Kemal’in sözlerini kesinlikle belirli bir niyete yönelik olarak seçtiği, “Misaki Milli’nin asli ruhu”nun kendi başına hassas bir tabir olduğu, Musul’un söz konusu andın vazgeçilmez bir parçası olduğu halde, buranın kurtuluşunun duygusal bir hitabette İzmir, Bursa, İstanbul ve Trakya ile aynı konumda bulunmadığı algısıyla bir tespiti yapılmaktadır.
Söz konusu konuşma Mustafa Kemal’in Başkumandanlık yetkisini üç ay daha uzatan Kanun münasebetiyle 20 Temmuz 1922 tarihinde yaptığı konuşma olmalıdır. Bu konuşmanın yukarıdaki tespitlere konu olan bölümü şu şekildedir: “Efendiler, hakimiyet-i milliyenin bilakayd ü şart millette olduğunu tespit ve ifade eden Teşkilat-ı Esasiye Kanunu hükmünce bugünkü Başkumandanlık Makamı dahi muvakkattır. Başkumandanlık sıfat ve selahiyeti doğrudan doğruya Meclis-i Âlinizin şahsiyet-i maneviyesinde mündemiçtir. Böyle bir makamın, icab-ı hadisat olarak muvakkaten ihdas etmiş olduğumuz bu makamın temadisi, olsa olsa Misak-ı Millimizin ruhu aslisi ile müterfik netice-i kaydiyeye vasıl olacağımız güne kadar devam eder. Maclis-i Âlinizin ilk içtima günlerinde kabul ettiği bir esas vardır ki, o esas, ananat-i milliye ve mukaddesat-ı diniyemizi tamamen mahfuz bulundurur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o esasa tevfik-i harekât ederek netice-i mesudeye emniyetle vâsıl olacağımıza şüphe yoktur. O gün kıymetli İzmir’imiz, güzel Bursa’mız, makarr-ı Hilafet ve Saltanat olan İstanbul’umuz, Trakya’mız anavatana iltihak etmiş olacaktır.”(Atatürk’ün Söylev ve Demçleri I-III, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları:1, 2006, s.264).
Görüldüğü üzere Mustafa Kemal’in misak-ı milliye kuvvetli bir atıfta bulunduğu bu konuşmasında gerçekten de Musul zikredilmemiş olup bu durum İngilizlerin gözünden kaçmamış ve oldukça anlamlı bulunmuştur.
Şimdi geriye dönüp “Kürt Sorunu'na yakın tarihsel bakış” başlıklı yazımdan bir hatırlatma yapmak istiyorum. Konu hatırlanacağı üzere Kurtuluş Savaşı sürecinde Kürtlere Özerklik sözü verilip verilmediğine dair somut belgelerin olup olmadığına ilişkindi. Nitekim, Ayşe Hür’ün Taraf Gazetesi’ndeki yazı dizisinden yaptığım alıntının bir bölümünde şu saptama yer almaktaydı:
“EL CEZİRE KOMUTANLIĞINA TALİMAT ‘Özerklik’ konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek olay, 22 Temmuz 1922 tarihinde Meclis’te okunan Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Heyetinin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatıdır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde (sade Türkçe ile) şöyle denmektedir:
“1- Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız.
2-Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri bütün dünyada kabul edilmiş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini tamamlamış ve başkanlarını ve yetkililerini bu amaç uğruna bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve oyları açık ettikleri zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’daki bütün çalışmanın bu gayeye dayanan siyasete yöneltilmesi Elcezire kumandanlığına aittir….” Elcezire’nin idaresi ile ilgili üç maddesi daha olan talimatı Mustafa Kemal imzalamış. (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, 1980, s. 550-551.)” (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - Istanbul - 22.10.2008).
Şimdi ise bu talimatın gerisine giderek olayın geri planını incelemeye çalışalım. Öncelikle belirtmek gerekir ki “El Cezire Cephesi” olarak nitelenen ve Diyarbakır’da bulunan cephenin komutanlığına 9 Şubat 1922 tarihinde Cevat Paşa atanmıştır. Söz konusu bölgenin Yukarı El Cezire olarak adlandırılan kısmı ise; Musul sancağını (Musul, Akra, Dohuk, İmadiye, Zaho ve Sincar; Kerkük sancağı, Revandiz, Kuşnuk, Köşk, Raniye, Selahiye, Erbil) ve Süleymaniye’yi (merkez ile birlikte Kalambriya, Şehrizor, Muhammerah ve Bazyan kazaları) içine alıyordu. (Zekeriya Türkmen, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 49, Cilt: XVII, Mart 2001 Özdemir Bey’in Musul Harekatı ve İngilizlerin Karşı Tedbirleri (1921-1923). Bu tesbitlerden hareketle zamanın El Cezire bölgesinin teorik olarak bugünkü Irak’ı kapsadığını söylemek hatalı olmayacaktır.
Bu ara bilgiden sonra Ayşe Hür’ün yukarıda alıntı yapılan yazısına dönersek; söz konusu gizli oturumda cereyan eden olayları Hür, “Kürtlere Özerklik” yönüyle değerlendirerek şu sonuca varmaktaydı: “Bu talimatın neden verildiğini soran milletvekillerine önce ‘hükümet işidir’ denilerek cevap verilmek istenmemiş ancak ısrarlar üzerine Nihad Paşa’nın 35 sayfalık gerekçesi okunmuştur. (Gerekçe ve üzerine tartışmalar için bkz. s. 552-574) Burada özetlememe imkan olmayan bu mektupta anlatılanlar ‘özerklik’ kararın gerekçesini açıklamaktan uzaktır. Arka planda o sıralar İngilizlere karşı ikinci kez isyan eden Şeyh Mahmut Berzenci’yi kontrol altına almak isteği vardır. Nitekim, Berzenci bu teklife güvenerek, İngilizlere meydan okumakta ölçüyü kaçırmış sonunda uzlaşmazlığının cezasını Hindistan’a sürülerek ödemiştir.” (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - Istanbul - 22.10.2008).” Bu yorumun nesnelliğinin tespiti açısından gizli oturumun tutanaklarına dönerek olayın daha etraflı olarak ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır.
Öncelikle belirtilmesi gereken bir nokta, gizli oturumda okunan söz konusu cephe talimatının tarihindeki yanlışlıktır. Talimatın tarihi yukarıdaki alıntıda yer aldığı gibi 15 Temmuz 1922 değil Cephe Komutanı Nihat Paşa’nın göreve atandığı 26 Haziran 1336 (1919) (tarih çevirme klavuzuna göre 1920 olmalıdır) ile görevden alındığı 3 Kasım 1337 (1921) arasında olması gerektir (Durdu Mehmet Burak, “El-Cezire Kumandanı Nihat Paşa’nın Eşkıya Tarafından Soyulması”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, 2005 s:169-183). Nitekim, 22 Temmuz 1338 (1922) tarihli Meclis Tuatanağında söz konusu talimatın tarihi 27.06.1337 (1921) olarak nitelenmektedir. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, Ankara, s.550)
Diğer taraftan söz konusu talimatın gündeme gelmesine neden olan gizli oturumun konusu ve buna neden olan olayla ilgili kısa bilgi edinmekte de yarar bulunmaktadır. Gizli oturumun iki numaralı maddesi; “Merkez Kumandanı Nihat Paşa hakkında Adliye Encümeni mazbatası” dır. Mazbatanın konusu ise “Nufuzu memuresini suistimal ve hilafi kanun muamele icra etmek maddesinden dolayı işten el çektirilen Elcezire kumandanı Nihat Paşa hakkında….” olarak nitelenmiştir. Konusu ise şöyle özetlenmiştir: “İcra kılınan tahkikata nazaran müşarünileyhin (adı geçenin) hilafı kanun olmak üzere icra eylediği beyan olunan efâl (fiiller), İslâmlardan bedeli nakdi almak ve rüesayı aşair (aşiret reisleri) ile ağavattan (ağalardan) hediye alıp ve hediye vermek ve hayvanatını askerlere ray ettirmek (güttürmek) ve mal sandıklarına zabit ikamesile memurine maaş verdirmemek ve bazı kesanı (kişileri) memleketlerinden uzaklaştırmak ve gasbedilen nukudunu (paralarını) ahaliye tazmin ettirmek ve orduya odun vereceği bahanesile Yümni Beyi askerlikten tecil eylemek ve münakasaya (açık eksiltme) koymaksızın erzakı askeriyeyi hanesinde ihale eylemek ve poliçe muamelâtında kayın biraderini dahi teşrik (ortak) etmek ve sahte vesika vererek bir zabiti İstanbula göndermek ve Nusaybin kaymakamı Kadri Bey’i himaye eylemesi yüzünden Gümrük varidatının (gelirinin) tenakusuna (azalma) sebebiyet vermek ve Mardin Mıntıka Kumandanı Hüseyin Bey’in bütün suistimalâtına karşı himaye eylemek ve eshabı cinayattan Haçor ve rüfekasını para mukabilinde affeylemek maddelerinden ibarettir.” Mazbatada devamla Nihat Paşa’nın göreve atanmasının gerekçesi ve mevcut koşullar da şöyle belirtilmektedir: “Evrakı mevcuda münderecatına (içindekiler) ve müşarünileyhin vermiş olduğu cevaplara naran İstanbul’un düveli mütelife (itilaf devletleri) tarafından işgali ve harekâtı milliye dolayısile Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Anadoluda teşekkülü üzerine tahrikâtı ecnebiyeye (yabancı kışkırtmalara) pek müsait olan Elcezire kıtasını milli ceryana istinaden hüsnü suretle idaresi vesaireyi mutazammın (içine alan) Heyeti Vekile kararı ile Büyük Millet Meclisi Riyasetinin 27.06.1337 (1921) tarihli talimatnamesi ahkâmına tevfikan (hükümlerine uygun olarak) Nihat Paşa bir takım vezaif (görev) ile Elcezire kıtasına memur tayin edilerek izam kılınmış….” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, Ankara, s.550). Tutanaktan anlaşıldığı üzere de Nihat Paşa ifadesinde Büyük Millet Meclisi Hükümetinin emir ve talimatına uygun olarak hareket ettiğini belirtmektedir.
Bu noktada söz konusu mazbatada yer alan ve Ayşe Hür’ün yazısında tamamı verilmeyen Heyeti Vekile (Bakanlar Kurulu) kararıyla Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından talimatın geriye kalan önemli üç maddesini okumakta yarar bulunmaktadır: “…3) Kürdistanda Kürtlerin Fransızlar ve tahsisen Irak hududunda İngilizlere karşı husumetini müsellah (silahlı) müsademe ile gayri kabili tadil bir dereceye vardırmak ve ecnebilerle Kürtlerin itilafına mani olmak, tedricen mahalli idareler tesisi esbabını (sebebini) ihzar etmek (hazırlamak) ve bu suretle kalben bize merbutiyetlerini (bağlılık) tarsin etmek (sağlamlaştırmak), Kürt rüesasının (reisler), mülki ve askeri makamatla tavzif (vazifelendirme) ederek, bize merbutiyetlerini tarsin etmek gibi hututu umumiye kabul olunmuştur. 4) Kürdistan siyaseti dahiliyesi Elcezire cephesi kumandanlığı tarafından tevhid ve idare edilecektir. Cephe kumandanlığı bu bapta Büyük Millet Meclisi Riyaseti ile muhabere eder. Vilayetler tarafından takip olunacak hattı hareketi tanzim ve tevhid edeceğinden rüesayı memurini mülkiyenin bu hususta mercii de cephe kumandanlığıdır. 5) Elcezire cephe kumandanlığı, idari ve Adli veya mali tadilat ve islahata lüzum gördükçe bunun tatbikini hükümete teklif eder. Elcezire cephesi kumandanı Mirliva Nihad Paşa Hazretlerine. Zata mahsustur. Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyeti tarafından zatı devletlerine mahsus olmak üzere Kürdistan hakkında tanzim edilen talimat berveçhi (olduğu gibi) belâ tebliğ olunur. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal” Görüldüğü gibi talimat açıktır ve Nihat Paşa’nın yöredeki İngiliz ve Fransız faaliyetlerine karşı aşiretleri kendi tarafına çekme temeline dayanan ve suçlamalara karşı yaptığı açıklamalar da dikkate alınarak, emir ve talimatlar doğrultusunda hareket ettiği yönündeki mazbata Mecliste oylanarak tartışmalarla da olsa kabul edilmiştir. Görüşmeler sırasında Bitlis Mebusu Vehbi Bey’in “Heyeti Vekile Elcezire Cephesinde ne gibi hususiyet görmüştür ve neden bu gibi talimata lüzum görmüştür?” sorusunun cevabı yukarıda da ifade edildiği gibi dış etkilere karşı bölgeyi kontrol etme çabasıdır.
Kurtuluş Savaşı’nın Musul “Cephesi”
“Görüldüğü gibi, muhtemel düşmanların içinde en büyük olasılığı taşıyan Milliyetçi Türkiye’dir. İfade edildiği gibi, saldırmasına izin verilmesi ile, olası bir faciayı, açık bir prestij kaybını ve söylemeye dahi gerek yok ki ülkedeki tüm gayretlerimizin heba olması riskini yüklenmekteyiz. Bu durumda tek çözüm, Ankara’nın Irak’a saldırmasını önlemek, bunun da tek yolu, Türkiye ile tamamen ve süratle bir dostluğu devreye sokmaktır”.(Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s.21)
Yukarıdaki alıntı Britanya Bakanlar Kuruluna, Savaş Bakanının verdiği izahnamenin sonuç bölümünden yapılmıştır. Belgenin tarihi ise içeriği kadar dikkat çekmektedir: 12 Ekim 1921. Diğer bir ifadeyle, Eskişehir-Kütahya yenilgisi sonrasında Sakarya direnişi zaferle sonuçlanmış olsa da Anadolu’da kurtuluş mücadelesinin en yoğun aşamaları henüz geride kalmamıştır. Öyleyse İngilizleri bu denli kaygıya sürükleyen durumun nedenleri nelerdir? Dönemin İngiliz kaynaklarını okumaya devam ettiğimizde karşımıza iki taktik bir de temel stratejik neden çıkmaktadır:
1. Bolşevik Rusya’ya rağmen bir anlaşmaya doğru Ankara Fransa yakınlaşması.
2. Ankara’da milliyetçi güçlerin ve Mustafa Kemal’in giderek güç ve itibar kazanması.
Bu iki gelişmenin olası sonucu Bağdat yolunun Mustafa Kemal güçlerine açık hale gelmesi iken asıl stratejik neden ve yol açtığı tehdit ise Anadolu’daki milliyetçilerin Bolşevik Rusya ile işbirliği halinde Britanya’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının aleyhine hareket etmesidir. Şimdi bu saptamalara dayanak oluşturması açısından 21 Ekim 1921 tarihli, İngiliz Savaş Bakanının Bakanlar Kuruluna yönelik, Eskişehir-Kütahya ve devamında Sakarya Muharebeleri sonrasındaki durumu analiz eden izahnamesinin bölümlerini inceleyelim.
“İlk aşamada, her ne kadar Türkleri şaşırtarak Kütahya’daki konumu elde etmede başarılı olsalar da, Yunanlılar kararlı bir savaş yürütmede başarısız kaldılar. 21 Ekim’de Türkler inisiyatifi ele alarak çok güçlü bir karşı atakla Yunan ilerlemesini durdurmuşlardır. Bu karşı atak, Ankara Hükümeti’nin Bolşevik Kafkas Ordusu’nun yardım teklifini kabul etmemesi ile eş zamanlı olmuştu….Hiç şüphe yok ki, bu operasyonlar sonrasında Mustafa Kemal’in şahsi prestijini büyük ölçüde yükselmiştir. Önceleri hükümete hesap veren bir başbakan durumundayken, şimdilerde neredeyse bir diktatörün konumuna geçmiştir. Bu nedenle, şimdilik Ankara Hükümetinde ılımlı bir partinin sağlam bir şekilde iktidarda bulunduğunu düşünebiliriz. Bu varsayım doğru ise, bu hali hazırda Enver Paşa’nın dönüşü ya da özellikle Rusya’ya savaş malzemesi açısından tamamen bağımlı olmaktan henüz çıkmış olan Milliyetçiler (Anadoluda’ki) ile Bolşevik Rusya arasında askeri bir müttefiklik tehlikesini ortadan kaldıracaktır”. (Şimşir, a.g.e., s.31)
Burada Rusya’dan geldiği ve geri çevrildiği ifade edilen teklif; Sakarya Savaşı’nın başlamasından hemen önce 14 Ağustos 1921 tarihinde Ankara Hükümeti’nin Sovyetler’e verdiği nota;
“Batı ile uzlaşmanın mümkün olmadığının anlaşıldığı, Doğu milletleriyle gerçek bir işbirliği yapılarak ilkeleri batıya gereğinde zorla kabul ettirmek gereği üzerinde durdu. Türkiye’nin Batı’da bir konferansa gitmeden önce Sovyet Cumhuriyetleriyle sıkı bir işbirliği yapmak istediğinin belirtildiği notada, Sovyetler’in evvelce söz verdiği 50 milyon altın rublenin 20 milyonunun nakit, kalanının da istikraz yoluyla ve askeri araç olarak verilmesi istendi, kesin cevap beklendiği bildirildi”.(Ali Fuat Cebesoy ve Stefanos Yerasimos’dan aktaran Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Cilt 3, Ankara, 1986, s.630)
üzerine Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in Ali Fuat Paşa’ya;
“..söz verdikleri savaş araçlarının hızla ve tamamiyle gönderilmesinden sonra daha da fazla yardım yapabileceklerini sandığını belirtti. Çiçerin, Türkiye Batı Cephesi’ne bir Rus ordusu göndererek fiili yardımda bulunmayı düşünüyorlarsa da bunun maddeten mümkün olmadığını, Türkiye’nin de bunu istemediğini bildiklerini söyledi. “Enver Paşa’nın temin edebileceği Müslüman kuvvetleriyle Anadolu’ya geçmesi mümkün olmaz mı?” dedi”.(Cebesoy’dan aktaran Sarıhan, a.g.e., s.634)
sözlerinde ifadesini bulan öneri olmalıdır. İşte İngiliz arşivinde yer alan raporlara giren kaygının temelini oluşturan bu olasılık, aynı zamanda Ankara’nın yürüttüğü bıçak sırtı dış politikanın bir göstergesi niteliğindedir.
Diğer taraftan, 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması’na giden yolda Ankara Fransa yakınlaşmasının Ortadoğuda’ki İngiliz çıkarları açısından sonuçlarını ise önce Sovyetler’in gözünden 10 Kasım 1921 tarihli bir yazıyla aktaralım:
“Anlaşmanın hemen her maddesi İngiltere’nin çıkarlarına dokunmaktadır….İngiliz emperyalizmine en ağır darbeyi “Bağdat Demiryolu’na” ilişkin darbe indirdi. Bu maddeye göre Toroslardan Dicle’ye, Mezopotamya sınırındaki Nusaybin’den Cezire’ye kadar olan bölüm Fransız denetimi altına giriyor. Türkler bu demiryolu üzerinden birliklerini ve savaş malzemelerini nakletme hakkına sahip olacak. Fransız birliklerinin Klikya’nın bir bölümünden çekilmesi ve Suriye konusunda varılan anlaşmayla birlikte bu madde, milliyetçi Türklerin Mezopotamya’yı doğrudan tehdit edebilmesi demektir. Fransa’nın bu hamlesiyle Emir Faysal’ın krallığının bir kanadı açıkta kalıyor. Faysal İngiltere’nin bir aracı, Faysal’ın güvenliği ise Mezopotamya’daki İngiliz egemenliğinin ön koşuludur. Öteden beri Kemal Paşa’nın hedeflerinden bii, Mezopotamya’dan, İngiltere’nin adamı Emir Faysal’ı; “İslama ihanet eden bu adamı” kovmak ve parlak bir geleceği olan bu ülkeyi yeniden Türk imparatorluğuna katmaktı. Şimdi Fransa’nın sağladığı destek sayesinde bu niyet, gerçek bir saldırıya yol açabilir.
…Anadolu sorunu gündeme geldi. İstanbul ve Boğazlar İngiltere açısından tehlikede. İngiltere Türkiye’ye hakim olmanın, Kafkasya’daki petrol kaynaklarını ele geçirmenin anahtarı olan “halifeliği”, Kemal’in güçlenmesi ve ilerlemesiyle birlikte elinden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya. Ama özellikle Mezopotamya’nın tehlikeye düşmesi İngiltere’yi canevinden vurmaktadır. Burada söz konusu olan, Mısır’ı Hindistan’a bağlayan ve dört yıllık dünya savaşı sonucu zor bela elde edilen kara parçası, Hint kalesinin önündeki sipersiz alandır. Ama burada her şeyden önce söz konusu olan Musul’daki verimli petrol yataklarıdır. Bu yataklar ki, hem donanmanın hem de sanayinin ihtiyacını karşılayacak üssü, herhangi bir savaşı başarıyla yürütmenin önkoşulunu oluşturuyorlar
…Aynı zamanda Sovyet Rusya’ya yönelen saldırganlık da belirginleşiyor. Mezopotamya petrolü varsa, Kafkas petrolü de vardır. Paul Burzon “L’Europe Nouvelle” deşöyle yazıyor: “Aslında Ankara Anlaşması, Sovyet boyunduruğundan sonsuza dek kurtulma özlemi çeken Kafkas Cumhuriyetlerine güçlü bir manevi destek olmuyor mu? İngiliz basını bunu görebilmelidir”.(Der. Doğu Perinçek, Çev. Fatma Artunkal, Komintern Belgelerinde Türkiye-1, Kaynak Yayınları, 1998, s.31-32)
Böylece biraz dolambaçlı olsa da bu yazının asıl amacını oluşturan Musul konusuna bağlanarak, Kurtuluş Savaşı sürerken halâ dönemin hegemon gücü olan İngiltere’nin Ortadoğu siyasetini ve önceliklerini böylece kaydetmiş olduk. Bu siyasetin bakış açısından bizim Kurtuluş Savaşımızın nasıl görüldüğü ve Ankara Hükümeti’nin milli devletin kuruluşu sürecinde mücadelenin sıcak cephesi ile birlikte diplomatik cephedeki uğraşını dış kaynaklardaki okumalardan aktarmaya devam edeceğim. Ancak daha önce yukarıdaki alıntıyı yaptığım İngiliz Savaş Bakanının 21 Ekim 1921 tarihli, Sakarya Savaşı sonrası tarafların konumunu analiz eden raporda son derecede dikkat çeken bir saptamaya yer vermek istiyorum. Raporda, Türk Milliyetçileri’nin önünde açık bulunan hareket alanları analiz edilirken, özetle ve sırasıyla; Yunanlıların geniş çaplı bir harekâtla Anadolu’dan atılması ya da gerilla operasyonlarıyla Yunanlıların mevcut çizgisinden geri çekilmeye zorlanması veya aktif operasyonlardan kaçınarak kışı hazırlıkla geçirme ve Yunanlıların politik ve mali sorunlar yüzünden ordularını hareket ettiremeyeceğini ummak seçenekleri incelenmekte ve zamanın kuşkusuz Türklerin lehine işlediği belirtilerek, bu seçeneklerden herhangi birisiyle beraber Ankara Hükümeti’nin Sevr Anlaşması’nın hükümlerini değiştirmek üzere Müttefikler üzerinde baskı oluşturmak amacıyla İstanbul ya da Mezopotamya’ya operasyonlar düzenleyebileceği hesaba katılmaktadır. İşte bu hesaplamaya dayanarak “İstanbul’a kanatta hazır bulunan Yunan Ordusuyla erken bir ilerlemenin çok tehlikeli bir askeri operasyon olacağı” ifade edilerek, bunun “aynı zamanda Milliyetçilerin Fransa ve İtalya ile beraber Büyük Britanya ile doğrudan karşı karşıya gelme sonucunu doğuracağı ve bu noktada Ankara Hükümeti’nin politik programıyla uyumsuzluk görüntüsü veren bir durum oluşturacağı” belirtilmektedir. Bu ifadenin yazının başlangıcında değindiğim İngiltere açısından temel çelişki olan Bolşevik Rusya tehdidinin yüze çıktığı, İngiliz imparatorluk siyasetinin şaşırtıcı hesap içinde hesap diplomasisine iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. İngiltere, Ortadoğu’da çıkarlarının çatıştığı Fransa ve İtalya’yı ve kuvvetle muhtemel egemen bir Türkiye Devleti’ni ileri bir tahlil ile temel tehdit olarak algıladığı Bolşevik Rusya karşısında muhtemel bir yandaş olarak hesaba katmakta ve doğrudan karşı karşıya gelmeyi istememektedir diye yorumluyorum. Musul konusunda çeşitli kaynaklardan okumalarımı, “Kürt Sorununa Yakın Tarihsel Bakış” isimli yazımdan hareketle (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=197548) bu yazıya konu yaparken bir taraftan da bu üstü kapalı algının Türkiye nezdinde olan yansımalarının somut belgelerini aramaya devam edeceğim.
Yukarıdaki alıntı Britanya Bakanlar Kuruluna, Savaş Bakanının verdiği izahnamenin sonuç bölümünden yapılmıştır. Belgenin tarihi ise içeriği kadar dikkat çekmektedir: 12 Ekim 1921. Diğer bir ifadeyle, Eskişehir-Kütahya yenilgisi sonrasında Sakarya direnişi zaferle sonuçlanmış olsa da Anadolu’da kurtuluş mücadelesinin en yoğun aşamaları henüz geride kalmamıştır. Öyleyse İngilizleri bu denli kaygıya sürükleyen durumun nedenleri nelerdir? Dönemin İngiliz kaynaklarını okumaya devam ettiğimizde karşımıza iki taktik bir de temel stratejik neden çıkmaktadır:
1. Bolşevik Rusya’ya rağmen bir anlaşmaya doğru Ankara Fransa yakınlaşması.
2. Ankara’da milliyetçi güçlerin ve Mustafa Kemal’in giderek güç ve itibar kazanması.
Bu iki gelişmenin olası sonucu Bağdat yolunun Mustafa Kemal güçlerine açık hale gelmesi iken asıl stratejik neden ve yol açtığı tehdit ise Anadolu’daki milliyetçilerin Bolşevik Rusya ile işbirliği halinde Britanya’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının aleyhine hareket etmesidir. Şimdi bu saptamalara dayanak oluşturması açısından 21 Ekim 1921 tarihli, İngiliz Savaş Bakanının Bakanlar Kuruluna yönelik, Eskişehir-Kütahya ve devamında Sakarya Muharebeleri sonrasındaki durumu analiz eden izahnamesinin bölümlerini inceleyelim.
“İlk aşamada, her ne kadar Türkleri şaşırtarak Kütahya’daki konumu elde etmede başarılı olsalar da, Yunanlılar kararlı bir savaş yürütmede başarısız kaldılar. 21 Ekim’de Türkler inisiyatifi ele alarak çok güçlü bir karşı atakla Yunan ilerlemesini durdurmuşlardır. Bu karşı atak, Ankara Hükümeti’nin Bolşevik Kafkas Ordusu’nun yardım teklifini kabul etmemesi ile eş zamanlı olmuştu….Hiç şüphe yok ki, bu operasyonlar sonrasında Mustafa Kemal’in şahsi prestijini büyük ölçüde yükselmiştir. Önceleri hükümete hesap veren bir başbakan durumundayken, şimdilerde neredeyse bir diktatörün konumuna geçmiştir. Bu nedenle, şimdilik Ankara Hükümetinde ılımlı bir partinin sağlam bir şekilde iktidarda bulunduğunu düşünebiliriz. Bu varsayım doğru ise, bu hali hazırda Enver Paşa’nın dönüşü ya da özellikle Rusya’ya savaş malzemesi açısından tamamen bağımlı olmaktan henüz çıkmış olan Milliyetçiler (Anadoluda’ki) ile Bolşevik Rusya arasında askeri bir müttefiklik tehlikesini ortadan kaldıracaktır”. (Şimşir, a.g.e., s.31)
Burada Rusya’dan geldiği ve geri çevrildiği ifade edilen teklif; Sakarya Savaşı’nın başlamasından hemen önce 14 Ağustos 1921 tarihinde Ankara Hükümeti’nin Sovyetler’e verdiği nota;
“Batı ile uzlaşmanın mümkün olmadığının anlaşıldığı, Doğu milletleriyle gerçek bir işbirliği yapılarak ilkeleri batıya gereğinde zorla kabul ettirmek gereği üzerinde durdu. Türkiye’nin Batı’da bir konferansa gitmeden önce Sovyet Cumhuriyetleriyle sıkı bir işbirliği yapmak istediğinin belirtildiği notada, Sovyetler’in evvelce söz verdiği 50 milyon altın rublenin 20 milyonunun nakit, kalanının da istikraz yoluyla ve askeri araç olarak verilmesi istendi, kesin cevap beklendiği bildirildi”.(Ali Fuat Cebesoy ve Stefanos Yerasimos’dan aktaran Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Cilt 3, Ankara, 1986, s.630)
üzerine Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in Ali Fuat Paşa’ya;
“..söz verdikleri savaş araçlarının hızla ve tamamiyle gönderilmesinden sonra daha da fazla yardım yapabileceklerini sandığını belirtti. Çiçerin, Türkiye Batı Cephesi’ne bir Rus ordusu göndererek fiili yardımda bulunmayı düşünüyorlarsa da bunun maddeten mümkün olmadığını, Türkiye’nin de bunu istemediğini bildiklerini söyledi. “Enver Paşa’nın temin edebileceği Müslüman kuvvetleriyle Anadolu’ya geçmesi mümkün olmaz mı?” dedi”.(Cebesoy’dan aktaran Sarıhan, a.g.e., s.634)
sözlerinde ifadesini bulan öneri olmalıdır. İşte İngiliz arşivinde yer alan raporlara giren kaygının temelini oluşturan bu olasılık, aynı zamanda Ankara’nın yürüttüğü bıçak sırtı dış politikanın bir göstergesi niteliğindedir.
Diğer taraftan, 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması’na giden yolda Ankara Fransa yakınlaşmasının Ortadoğuda’ki İngiliz çıkarları açısından sonuçlarını ise önce Sovyetler’in gözünden 10 Kasım 1921 tarihli bir yazıyla aktaralım:
“Anlaşmanın hemen her maddesi İngiltere’nin çıkarlarına dokunmaktadır….İngiliz emperyalizmine en ağır darbeyi “Bağdat Demiryolu’na” ilişkin darbe indirdi. Bu maddeye göre Toroslardan Dicle’ye, Mezopotamya sınırındaki Nusaybin’den Cezire’ye kadar olan bölüm Fransız denetimi altına giriyor. Türkler bu demiryolu üzerinden birliklerini ve savaş malzemelerini nakletme hakkına sahip olacak. Fransız birliklerinin Klikya’nın bir bölümünden çekilmesi ve Suriye konusunda varılan anlaşmayla birlikte bu madde, milliyetçi Türklerin Mezopotamya’yı doğrudan tehdit edebilmesi demektir. Fransa’nın bu hamlesiyle Emir Faysal’ın krallığının bir kanadı açıkta kalıyor. Faysal İngiltere’nin bir aracı, Faysal’ın güvenliği ise Mezopotamya’daki İngiliz egemenliğinin ön koşuludur. Öteden beri Kemal Paşa’nın hedeflerinden bii, Mezopotamya’dan, İngiltere’nin adamı Emir Faysal’ı; “İslama ihanet eden bu adamı” kovmak ve parlak bir geleceği olan bu ülkeyi yeniden Türk imparatorluğuna katmaktı. Şimdi Fransa’nın sağladığı destek sayesinde bu niyet, gerçek bir saldırıya yol açabilir.
…Anadolu sorunu gündeme geldi. İstanbul ve Boğazlar İngiltere açısından tehlikede. İngiltere Türkiye’ye hakim olmanın, Kafkasya’daki petrol kaynaklarını ele geçirmenin anahtarı olan “halifeliği”, Kemal’in güçlenmesi ve ilerlemesiyle birlikte elinden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya. Ama özellikle Mezopotamya’nın tehlikeye düşmesi İngiltere’yi canevinden vurmaktadır. Burada söz konusu olan, Mısır’ı Hindistan’a bağlayan ve dört yıllık dünya savaşı sonucu zor bela elde edilen kara parçası, Hint kalesinin önündeki sipersiz alandır. Ama burada her şeyden önce söz konusu olan Musul’daki verimli petrol yataklarıdır. Bu yataklar ki, hem donanmanın hem de sanayinin ihtiyacını karşılayacak üssü, herhangi bir savaşı başarıyla yürütmenin önkoşulunu oluşturuyorlar
…Aynı zamanda Sovyet Rusya’ya yönelen saldırganlık da belirginleşiyor. Mezopotamya petrolü varsa, Kafkas petrolü de vardır. Paul Burzon “L’Europe Nouvelle” deşöyle yazıyor: “Aslında Ankara Anlaşması, Sovyet boyunduruğundan sonsuza dek kurtulma özlemi çeken Kafkas Cumhuriyetlerine güçlü bir manevi destek olmuyor mu? İngiliz basını bunu görebilmelidir”.(Der. Doğu Perinçek, Çev. Fatma Artunkal, Komintern Belgelerinde Türkiye-1, Kaynak Yayınları, 1998, s.31-32)
Böylece biraz dolambaçlı olsa da bu yazının asıl amacını oluşturan Musul konusuna bağlanarak, Kurtuluş Savaşı sürerken halâ dönemin hegemon gücü olan İngiltere’nin Ortadoğu siyasetini ve önceliklerini böylece kaydetmiş olduk. Bu siyasetin bakış açısından bizim Kurtuluş Savaşımızın nasıl görüldüğü ve Ankara Hükümeti’nin milli devletin kuruluşu sürecinde mücadelenin sıcak cephesi ile birlikte diplomatik cephedeki uğraşını dış kaynaklardaki okumalardan aktarmaya devam edeceğim. Ancak daha önce yukarıdaki alıntıyı yaptığım İngiliz Savaş Bakanının 21 Ekim 1921 tarihli, Sakarya Savaşı sonrası tarafların konumunu analiz eden raporda son derecede dikkat çeken bir saptamaya yer vermek istiyorum. Raporda, Türk Milliyetçileri’nin önünde açık bulunan hareket alanları analiz edilirken, özetle ve sırasıyla; Yunanlıların geniş çaplı bir harekâtla Anadolu’dan atılması ya da gerilla operasyonlarıyla Yunanlıların mevcut çizgisinden geri çekilmeye zorlanması veya aktif operasyonlardan kaçınarak kışı hazırlıkla geçirme ve Yunanlıların politik ve mali sorunlar yüzünden ordularını hareket ettiremeyeceğini ummak seçenekleri incelenmekte ve zamanın kuşkusuz Türklerin lehine işlediği belirtilerek, bu seçeneklerden herhangi birisiyle beraber Ankara Hükümeti’nin Sevr Anlaşması’nın hükümlerini değiştirmek üzere Müttefikler üzerinde baskı oluşturmak amacıyla İstanbul ya da Mezopotamya’ya operasyonlar düzenleyebileceği hesaba katılmaktadır. İşte bu hesaplamaya dayanarak “İstanbul’a kanatta hazır bulunan Yunan Ordusuyla erken bir ilerlemenin çok tehlikeli bir askeri operasyon olacağı” ifade edilerek, bunun “aynı zamanda Milliyetçilerin Fransa ve İtalya ile beraber Büyük Britanya ile doğrudan karşı karşıya gelme sonucunu doğuracağı ve bu noktada Ankara Hükümeti’nin politik programıyla uyumsuzluk görüntüsü veren bir durum oluşturacağı” belirtilmektedir. Bu ifadenin yazının başlangıcında değindiğim İngiltere açısından temel çelişki olan Bolşevik Rusya tehdidinin yüze çıktığı, İngiliz imparatorluk siyasetinin şaşırtıcı hesap içinde hesap diplomasisine iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. İngiltere, Ortadoğu’da çıkarlarının çatıştığı Fransa ve İtalya’yı ve kuvvetle muhtemel egemen bir Türkiye Devleti’ni ileri bir tahlil ile temel tehdit olarak algıladığı Bolşevik Rusya karşısında muhtemel bir yandaş olarak hesaba katmakta ve doğrudan karşı karşıya gelmeyi istememektedir diye yorumluyorum. Musul konusunda çeşitli kaynaklardan okumalarımı, “Kürt Sorununa Yakın Tarihsel Bakış” isimli yazımdan hareketle (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=197548) bu yazıya konu yaparken bir taraftan da bu üstü kapalı algının Türkiye nezdinde olan yansımalarının somut belgelerini aramaya devam edeceğim.
29 Haziran 2010 Salı
Mustafa Kemal Paşa'nın Havza Günleri-2
Yazının birinci bölümünde Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919 sonrası Havza’da geçirdiği günlerde yaşananlarla ilgili olarak Teşkilat-ı Mahsusa üyesi ve M.M. Grubu Başkanı olarak tanınan Albay Hüsamettin Ertürk’e ait anılardan hareketle Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a karşı tutumunun değişmesinde ve diğer temaslarındaki üslupta Havza'da geçen dönemin ayırt edici olduğu izlenimini edinmek mümkün olduğu ifade edilmişti. Bu noktada konuya ilişkin yapılan taramalarda iki belgenin bu düşünceyi kuvvetlendirme yönünde etkili olduğu da belirtilmişti.
Söz konusu belgelerden bir tanesi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun Heyetinde bulunan Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede’nin Kazım Karabekir’e Havza’dan gönderdiği 7 Haziran 1919 tarihli mektuptur: “Pek Muhterem Efendim, Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhında Havza’dayım. İşlerin istihbarata ve siyasata ait kısmını deruhte ettim. Birkaç güne kadar Amasya’ya gideceğiz.” diyerek başlayan nispeten uzun mektupta Gerede, Mustafa Kemal Paşa’nın Heyetinde yer alma nedeninden, İzmir’in işgali sonrasında yaşananlardan, Ferit Paşa Hükümetinin pasifliğinden, Amerikan mandası fikrine karşı çekincesinden ve müdafaanın gerekirse Anadolu’dan sürdürülmesinden bahsederek konuyu kuzeydeki Bolşevik kuvvetlerine ve bunun etkilerine getirerek nihayetinde asıl söylemek istediğini şu şekilde ifade etmektedir: “…Bence milletin -başındaki münevveranın- veraceği karar ya müstakil yaşamak yahut toprağın altını üstüne tercihte temerküz ederse (birliktelik sağlarsa) her şeyden evvel Bolşeviklerle temas edilmek, prensipleri anlaşılmak, İslama’ da, Türk de an’anât ve kavaid-i muayeneye (gelenek ve belirli kurallara) halel vermemek şartıyla tadilen nasıl kabul olunacağını, nasıl tatbik edileceğini kararlaştırmak ve fakathem-hudud olup düşman taarruzatına karşı mukabeleyi temin etmek için silah, cephane, erzak almak cihetlerini sağlam kazığa bağlamak lazımdır. Çünkü biz yalnız Bolşevik esasatını kabul eyledik. Makam-ı hilafet sırf bir makam-ı mukaddes ve muallâ (şeref) olarak oturacak, hükümet avam eline geçti demekle İngiliz, Rum, İtalyan kurşunlarına siper bulamayız. Yalnız Rus Bolşevikleri prensiplerine şu kadar milyon Türk daha iltihak etmiş diye sevinir. Halbuki Rusların Kafkasya’yı tamamen istilaları ve bizimle elele vermeleri ancak bizim için prensibin kabulünü mümkün kılabilecektir. Şahsiyet-i mümtazeneniz mevki-i hazırınız bu bâbda millete en büyük hizmeti ifaya inşallah sizi muvaffak eyleyecektir…”.(“İstiklal Harbimiz”, Kâzım Karabekir, 1. Cilt, s.66, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2008) Mektuptan anlaşılacağı üzere Havza’da dönemin Bolşevik etkisi yoğun olarak hissedilmekte ve düşmana karşı mücadelede Hilafetin içinin boşaltılması da dahil olmak üzere “sağlam kazığa bağlanacak” yardım karşılığında Bolşeviklik prensiplerine uyum sağlama fikri kuvvetlenmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın kendi seçtiği kurmay heyetinde yer alan Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede’nin bu fikri 15. Kolordu Komutanı Anadolu’nun doğusunda önemli bir yer tutan Kâzım Karabekir Paşa’ya ileri sürmesinin yine M. Kemal Paşa’dan habersiz olabileceğini düşünmemek gerekir. Bu ifade de bir önceki yazımızda yer verilen Hüsamettin Ertürk’ün anılarında M. Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas Gürer’e atfen yer alan ve Havza’da Rus Generali Budiyeni tarafından söylenen; “…Yeter ki, siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı, hilafeti lağvediniz, komünistliği ilan eyleyiniz..”ifadesi ile örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak ilginç olan nokta, ne Hüsrev Gerede’nin ne de Cevat Abbas Gürer’in yayınlanmış anılarında konuya ilişkin bir kayıt ya da ipucu bulunmamış olmasıdır.
Yukarıda sözü edilen belgelerden ikincisi ise Mustafa Kemal Paşa’nın 09 Haziran 1919 tarihinde Havza’dan, Eşme’de 17. Kolordu Kumandanlığı’na, İzmir’in işgali nedeniyle çektiği şu telgraftır: “Vaziyetinizi bildiren şifreniz beni çok kederlendirdi. Gaflet ve teşkilatsızlığın bu kadar feci ve canhıraş akıbeti doğurduğu anlaşılmakta ise de ümitsizliğe kapılacak zamanda olunmadığı, maazallah kumanda ve müdafaa heyetlerinde görülecek zaaf belirtilerinin milletin mutlak esaretiyle sonuçlanacağını pek güzel takdir buyurmuşsunuz. Memleketin daha doğusundaki kumandanlarla irtibat ve temasın sağlanıp sürdürülmesi çok önemlidir. Vaziyetin düzelmesi için birlikte çareler yaratmaya mecburuz. Yakın gelecekte ortaya çıkması pek kesin olan genel bir vaziyette kuvvetli ve kudretli bulunmak için memleketin muntazam bir teşkilat altına alınmasına çalışmalıyız. Bunun gerçekleşeceğine itimat edebiliriz. Bu taraflarda halk tamamen tetikte ve her türlü fedakârlığa hazırdır. İzmir’in akıbeti, bütün milletin vicdanını bağımsızlığın korunması konusunda bir azim ve irade etrafında topladı. Bu bakımdan, bu akıbetin kalıcı olamayacağı şüphesizdir. Gayemiz bir olmalıdır. Genel dünya vaziyetinin ve bilhassa son Kafkas hadiselerinin benim için ümit verici olduğunu müjdelerim. Vaziyetinizden, o taraf milli teşekküllerinden ve olayların akışından sık bilgi vermenizi rica ederim. 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 2. Cilt, Kaynak Yayınları, s.363, Aralık 1999, İstanbul) Anlaşılacağı üzere M. Kemal Paşa İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgali sonrasında morallerin yüksek tutulmasına ve kendisine güvenilmesine yönelik mesajlar verirken, “yakın gelecekte ortaya çıkması pek kesin olan genel bir vaziyet” ve “Genel dünya vaziyetinin ve bilhassa son Kafkas hadiselerinin” kendisi için “ümit verici olduğunu” müjdelemek gibi olabildiğince somut ancak üstü kapalı dayanaklarla bu iddiasını kuvvetlendirmeye çalışmaktadır. Bu ifadelerin, o ana kadar attığı her adımda son derecede temkinli olan ve dengelere dikkat eden Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlatılacak bir mücadelede olası bir Rus Bolşevik desteğinin güvencesiyle sarf edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Söz konusu dengeli ve dikkatli üslûbun örneklerini ise Mustafa Kemal Paşa’nın mütareke İstanbul’una dönüşü sonrasında özellikle saray, hükümet ve işgal kuvvetleri ile olan ilişkilerinde gözlemlemek mümkündür.
Söz konusu belgelerden bir tanesi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun Heyetinde bulunan Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede’nin Kazım Karabekir’e Havza’dan gönderdiği 7 Haziran 1919 tarihli mektuptur: “Pek Muhterem Efendim, Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhında Havza’dayım. İşlerin istihbarata ve siyasata ait kısmını deruhte ettim. Birkaç güne kadar Amasya’ya gideceğiz.” diyerek başlayan nispeten uzun mektupta Gerede, Mustafa Kemal Paşa’nın Heyetinde yer alma nedeninden, İzmir’in işgali sonrasında yaşananlardan, Ferit Paşa Hükümetinin pasifliğinden, Amerikan mandası fikrine karşı çekincesinden ve müdafaanın gerekirse Anadolu’dan sürdürülmesinden bahsederek konuyu kuzeydeki Bolşevik kuvvetlerine ve bunun etkilerine getirerek nihayetinde asıl söylemek istediğini şu şekilde ifade etmektedir: “…Bence milletin -başındaki münevveranın- veraceği karar ya müstakil yaşamak yahut toprağın altını üstüne tercihte temerküz ederse (birliktelik sağlarsa) her şeyden evvel Bolşeviklerle temas edilmek, prensipleri anlaşılmak, İslama’ da, Türk de an’anât ve kavaid-i muayeneye (gelenek ve belirli kurallara) halel vermemek şartıyla tadilen nasıl kabul olunacağını, nasıl tatbik edileceğini kararlaştırmak ve fakathem-hudud olup düşman taarruzatına karşı mukabeleyi temin etmek için silah, cephane, erzak almak cihetlerini sağlam kazığa bağlamak lazımdır. Çünkü biz yalnız Bolşevik esasatını kabul eyledik. Makam-ı hilafet sırf bir makam-ı mukaddes ve muallâ (şeref) olarak oturacak, hükümet avam eline geçti demekle İngiliz, Rum, İtalyan kurşunlarına siper bulamayız. Yalnız Rus Bolşevikleri prensiplerine şu kadar milyon Türk daha iltihak etmiş diye sevinir. Halbuki Rusların Kafkasya’yı tamamen istilaları ve bizimle elele vermeleri ancak bizim için prensibin kabulünü mümkün kılabilecektir. Şahsiyet-i mümtazeneniz mevki-i hazırınız bu bâbda millete en büyük hizmeti ifaya inşallah sizi muvaffak eyleyecektir…”.(“İstiklal Harbimiz”, Kâzım Karabekir, 1. Cilt, s.66, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2008) Mektuptan anlaşılacağı üzere Havza’da dönemin Bolşevik etkisi yoğun olarak hissedilmekte ve düşmana karşı mücadelede Hilafetin içinin boşaltılması da dahil olmak üzere “sağlam kazığa bağlanacak” yardım karşılığında Bolşeviklik prensiplerine uyum sağlama fikri kuvvetlenmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın kendi seçtiği kurmay heyetinde yer alan Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede’nin bu fikri 15. Kolordu Komutanı Anadolu’nun doğusunda önemli bir yer tutan Kâzım Karabekir Paşa’ya ileri sürmesinin yine M. Kemal Paşa’dan habersiz olabileceğini düşünmemek gerekir. Bu ifade de bir önceki yazımızda yer verilen Hüsamettin Ertürk’ün anılarında M. Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas Gürer’e atfen yer alan ve Havza’da Rus Generali Budiyeni tarafından söylenen; “…Yeter ki, siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı, hilafeti lağvediniz, komünistliği ilan eyleyiniz..”ifadesi ile örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak ilginç olan nokta, ne Hüsrev Gerede’nin ne de Cevat Abbas Gürer’in yayınlanmış anılarında konuya ilişkin bir kayıt ya da ipucu bulunmamış olmasıdır.
Yukarıda sözü edilen belgelerden ikincisi ise Mustafa Kemal Paşa’nın 09 Haziran 1919 tarihinde Havza’dan, Eşme’de 17. Kolordu Kumandanlığı’na, İzmir’in işgali nedeniyle çektiği şu telgraftır: “Vaziyetinizi bildiren şifreniz beni çok kederlendirdi. Gaflet ve teşkilatsızlığın bu kadar feci ve canhıraş akıbeti doğurduğu anlaşılmakta ise de ümitsizliğe kapılacak zamanda olunmadığı, maazallah kumanda ve müdafaa heyetlerinde görülecek zaaf belirtilerinin milletin mutlak esaretiyle sonuçlanacağını pek güzel takdir buyurmuşsunuz. Memleketin daha doğusundaki kumandanlarla irtibat ve temasın sağlanıp sürdürülmesi çok önemlidir. Vaziyetin düzelmesi için birlikte çareler yaratmaya mecburuz. Yakın gelecekte ortaya çıkması pek kesin olan genel bir vaziyette kuvvetli ve kudretli bulunmak için memleketin muntazam bir teşkilat altına alınmasına çalışmalıyız. Bunun gerçekleşeceğine itimat edebiliriz. Bu taraflarda halk tamamen tetikte ve her türlü fedakârlığa hazırdır. İzmir’in akıbeti, bütün milletin vicdanını bağımsızlığın korunması konusunda bir azim ve irade etrafında topladı. Bu bakımdan, bu akıbetin kalıcı olamayacağı şüphesizdir. Gayemiz bir olmalıdır. Genel dünya vaziyetinin ve bilhassa son Kafkas hadiselerinin benim için ümit verici olduğunu müjdelerim. Vaziyetinizden, o taraf milli teşekküllerinden ve olayların akışından sık bilgi vermenizi rica ederim. 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 2. Cilt, Kaynak Yayınları, s.363, Aralık 1999, İstanbul) Anlaşılacağı üzere M. Kemal Paşa İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgali sonrasında morallerin yüksek tutulmasına ve kendisine güvenilmesine yönelik mesajlar verirken, “yakın gelecekte ortaya çıkması pek kesin olan genel bir vaziyet” ve “Genel dünya vaziyetinin ve bilhassa son Kafkas hadiselerinin” kendisi için “ümit verici olduğunu” müjdelemek gibi olabildiğince somut ancak üstü kapalı dayanaklarla bu iddiasını kuvvetlendirmeye çalışmaktadır. Bu ifadelerin, o ana kadar attığı her adımda son derecede temkinli olan ve dengelere dikkat eden Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da başlatılacak bir mücadelede olası bir Rus Bolşevik desteğinin güvencesiyle sarf edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Söz konusu dengeli ve dikkatli üslûbun örneklerini ise Mustafa Kemal Paşa’nın mütareke İstanbul’una dönüşü sonrasında özellikle saray, hükümet ve işgal kuvvetleri ile olan ilişkilerinde gözlemlemek mümkündür.
Mustafa Kemal Paşa'nın Havza Günleri-1
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişi sonrasındaki girişimleri ne zaman padişah aleyhinde bir harekete ve isyana dönüştü? Bunun nesnel koşulları nasıl oluştu? Bu sorular kanımca cevap bekleyen ve halen tam olarak açıklığa kavuşmayan bir düğüme işaret etmektedir.Resmi tarihin şablonunun dışına çıkıldığında beni bu soruları sormaya iten kaynak Teşkilat-ı Mahsusa üyesi ve M.M. Grubu Başkanı olarak tanınan Albay Hüsamettin Ertürk’e ait yazar Samih Nafiz Tansu tarafından aktarılan anılar oldu. Bu kaynağı orijinal kılan bir nokta Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a gelişi sonrasında Havza’da geçirdiği yaklaşık 20 günde (25 Mayıs – 12 Haziran 1919) yaşananların başkaca hiçbir kaynakta yer almadığı biçimde aktarılmasıdır. Bu özelliği nedeniyle söz konusu anılar konuya değinen diğer kaynakların da tek dayanağı niteliğinde olup bu açıdan doğruluğunun teyidi de halen mümkün değildir. Olayın püf noktasında ise bir Rus Heyetinin ziyareti üzerine yapılan görüşmeler bulunmaktadır.
Şöyleki: “ Mustafa Kemal ve arkadaşları, sıcak sularıyla şöhret almış bu şirin beldede tam 22 gün kalmışlar, buraya kadar gelmiş olan bir Sovyet heyeti ile görüşmüşlerdi. Heyetin başında Rus miralayı (Mareşal) Budiyeni bulunuyordu. Bu palabıyıklı, babayani askerle Mustafa Kemal’in ahbaplığı süratle ilerlemiş ve kısa zamanda dost olmuşlardı. Miralay Mustafa Kemal’e, Bolşevik Rusyanın silah ve cephane ile para yardımını vaat ediyor, buna mukabil müşterek düşmanları olan İtilaf devletlerine karşı, Türkleri mücadeleye davet ediyordu. Budiyeni’nin istekleri yalnız bu kadarla kalsa idi, Mustafa Kemal Paşa, çoktan razı olacak, müzakerelerin de uzun sürüp gitmesine mahal kalmayacaktı. Fakat Rus miralayının dilinin altında bir şey vardı. Nitekim pek az sonra o da baklayı ağzından çıkarmış oluyordu. Miralay Budiyeni, Mustafa Kemal’e şöyle sormuştu: - Acaba General Hazretleri, Anadolu’da kurulacak hükümet için nasıl bir rejim düşünüyorlar? Mustafa Kemal muhatabının maksadını pek güzel anlamış ve hemen şaşırmadan cevabını vermişti: - Tabii Sovyetlerin, Şuralar Cumhuriyetine benzer bir hükümet tarzı!.. - Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim!.. - Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek, daha doğru söylemiş oluruz. - Yalnız, sosyalizm, içtimai sahada hüküm süren bir tarzdır, biz sizin komünizmi de gözden geçirmenizi istiyoruz. Ancak büyük komşunuz Rusya, o zaman size elinden gelen yardımı yapacaktır. Mustafa Kemal Paşa, miralay Budiyeni’nin peşinen söz almaya çalıştığını görüyor, kendisi için tutulacak yolda bu muzaharete muhtaç olduğunu da unutmuyordu. Sovyet Heyeti Havza’dan büyük bir ümidle ayrılmıştı. Fakat Mustafa Kemal Paşa bunları mükemmelen atlatmıştı. Hattâ tehlike şayet büyürse, bir Rus kolordusundan da faydalanılacaktı. Havza görüşmeleri Mustafa Kemal’in düşmanları için O’nun komünistliği kabul ettiği şeklinde iaşe edilmiş ve dar görüşlüler, Büyük Türk Önderinin bu kadar basit bir pazarlıkla, bütün gayretlerinden vaz geçeceğini zannetmişlerdi. Bilahare kendisiyle görüştüğüm Fevzi Çakmak, bu hadise hakkında Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine: - O zaman bir sırat köprüsünden geçmek zorunda idik, meşhur sözdür, köprüyü geçene kadar…..dayı dedik vesselâm!.. demişti. Miralay Budiyeni görüşmelerinde Mustafa Kemal Paşa’ya, şarkta kurulacak Ermeni ve Kürd devletlerinin, Batum dahil olmak üzere Karadeniz kıyılarında ihdas olunacak Pontus hükümetinin, İtilaf devletlerince mültezim olduğunu söylemiş, bütün bunlarla Sovyetlerin yeni Türkiye yanında mücadeleye hazır bulunduğunu da ilave etmişti. Miralay Budiyeni: - Biz demişti, Çarlık Rusyasının pişdarları, öncüleri ve Kafkasyanın kundakçıları olan Ermenilere asla yüz vermek niyetinde değiliz. Hele Ermeni Taşnak ve Hinçak komitelerinin harp sonrası faaliyetlerinden biz de hiç memnun değiliz. Onlar kimi kuvvetli görürlerse ona uşaklık ederler. Yarın İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar hesabına çalışmayacaklarını kim temin eder? Demişti. Mustafa Kemal Paşa, miralayın bu fikirlerinin arkasında Sovyetlerin, Anadoluya fiili yardım teklifinde bulunacaklarını tahminde gecikmemişti. Nitekim miralayın baka bir suali şu olmuştu: - Mondoros mütarekesine uyularak ordularınız silahtan tecrit edilmiş, bütün silah ve cephane depolarınıza el konmuştur. Bu şartlar altında bir taraftan Yunanlılarla, diğer taraftan Ermeniler, Pontusçularla ve Anadolunun her tarafında işgal kuvvetleriyle nasıl mücadele edeceğinizi bir türlü anlayamıyorum Paşam?... demişti. Mustafa Kemal Paşa, karşısında babayani tavırlarına, palabıyıklarına ve Türk dostu görünmek isteyen bütün yapmacık hallerine rağmen, alttan alta vaziyeti iskandil eden, kurnaz bir Rus askeriyle karşı karşıya bulunduğunu görüyordu. Ona cevaben: - Evet miralyım, vaziyetimiz cidden naziktir. Fakat işte bizim milletin hususiyeti de böyle felaketli zamanlarda iş görmesi, harikalar yaratması olacaktır. Siz müsterih olunuz, müşterek düşmana karşı, bizi tahmin ettiğinizden daha tehlikeli ve hesaba katmaya değer bir kuvvet olarak bulacaksınız, buna da şaşmayınız!.. Miralay Budiyeni, burada yutkunmuş ve sonradan bana merhum Cevad Abbas’ın anlattıklarına göre epey düşündükten sonra: - Rusyanın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır bulunduğunu size arz etmek vazifesini üzerime almış bulunuyorum. Yeter ki, siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı, hilafeti lağvediniz, komünistliği ilan eyleyiniz, demişti. Mustafa Kemal, miralayı tam söylettirmişti. Artık Soyetlerin yardım perdesi altında ne yapmak istediklerini, bu kurnaz olmasına rağmen ne de olsa asker olan ve hakikatte bir diplomat derecesinde konuşma metodlarına ve inceliklerine vakıf bulunmayan Budiyeni, hepsini ağzından çıkarmıştı. Mustafa Kemal Paşa, o zaman gayet teenni ile konuşmuş, karşısındakine hem ümit vermiş, hem de emniyet telkin etmişti. O gülerek şöyle cevap vermişi: - Aziz miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık müessesi esasen zayıflamıştır, yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lâzımdır. Arkamızda bir de İslâm alemi vardır. Bunu da hesaba katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir. İngilizleri ancak bu sayede yerlerinde tutacağız. Komünistliği ilan etmek de bugün için imkânsızdır. Evvela davayı memlekete anlatmak lazımdır. Şimdi bizim tek bir hedefimiz vardır. O da harbi, mücadeleyi kazanmak, istilayı ortadan kaldırmaktır. Zaferi kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir ruh haleti içinde düşüneceğiz!.. Miralay Budiyeni riyasetindeki Rus heyeti çok ümidvar idiler. Mustafa Kemal Paşa, modern düşünceli, ileri görüşlü bir askerdi. Her şeyi safha, safha halletmek davasında idi. Dürüst bir insan tavrı ile kendilerine her şeyi açıkça söylemişti. O halde bu büyük mücadelenin eşiğinde duran adama, Türklere hemen yardım edilmeli idi. Nitekim Havza konuşmasının büyük yardımı olmuştu. Miralay Budiyeni gerek Lenin’in, gerekse Stalin’in ve gerekse Troçki’nin en mutemed adamı idi. Tam bir Rus olan ve askerlikten başka bir şey bilmeyen, ihtilal şeflerine körü körüne merbut bulunan miralayın görüşüne itibar etmek lazım geliyordu. O, Sovyet Rusyaya avdet ettikten ve Mustafa Kemal Paşa da askerlikten istifa ederek, milli kongrelerde riyasete seçildikten ve İstanbul hükümeti ile Padişaha fiilen meydan okuduktan sonra, Rusyadan istediği her şeyi, top, tüfek, cephane ve altın rubleyi alabilmiş, bilhassa Sovyetlerin yardımı, büyük taarruzdan evvel, en verimli bir safhaya ulaşmıştı. Mustafa Kemal filhakika, padişahlığı, hilafeti kaldırmış, fakat komünistliği kabul etmemişti." (İki Devrin Perde Arkası, Hatıratı Anlatan Osmanlı İmparatorluğu Teşkilat-ı Mahsusasında M.M. Grubu Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk, Yazan: Samih Nafiz Tansu, Pınar Yayınevi, İstanbul, 1964, s. 238-242).
Bu uzun aktarım konunun ne denli detaya dayandığının ve anıların sahibinin ve/veya aktaranın üslubunun algılanması açısından gerekli görülmüştür. Yukarıda da ifade edildiği gibi konuya ilişkin geniş kaynak taramasında anlatılanları teyit edecek bir dayanağa rastlanmamıştır. Buna, Hüsamettin Ertürk'ün anılarındakaynak gösterilen Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas'ın anıları dahil olup, bunları derleyip aktaran Turgut Gürer’in “Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer – Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl” isimli kaynak kitap ta da konuya ilişkin bir iz bulunamamıştır. Esasen ne bu kaynakta ne de başkaca bir kaynakta Mustafa Kemal Paşa’nın Havza günlerini açıklığa kavuşturacak bilgiye ulaşılabilmiştir. Bu dönemin resmi belgeleri ise karşılıklı yazışmalar olup bunlardan ikisi konumuz açısından dikkate değerdir. Birincisi Samsun’a çıkan heyette yer alan Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede’nin Kazım Karabekir’e Havza’dan gönderdiği 7 Haziran 1919 tarihli mektup, diğeri ise, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali sonrasında yine Havza’dan Eşme’de 17. Kolordu Komutanı Bekir Sami Bey’e çekilen telgraftır. Bu nispeten somut belgeler yanında Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a karşı tutumunun değişmesinde ve diğer temaslarındaki üslupta Havza'da geçen dönemin ayırdedici olduğu izlenimini edinmek mümkündür.
Şöyleki: “ Mustafa Kemal ve arkadaşları, sıcak sularıyla şöhret almış bu şirin beldede tam 22 gün kalmışlar, buraya kadar gelmiş olan bir Sovyet heyeti ile görüşmüşlerdi. Heyetin başında Rus miralayı (Mareşal) Budiyeni bulunuyordu. Bu palabıyıklı, babayani askerle Mustafa Kemal’in ahbaplığı süratle ilerlemiş ve kısa zamanda dost olmuşlardı. Miralay Mustafa Kemal’e, Bolşevik Rusyanın silah ve cephane ile para yardımını vaat ediyor, buna mukabil müşterek düşmanları olan İtilaf devletlerine karşı, Türkleri mücadeleye davet ediyordu. Budiyeni’nin istekleri yalnız bu kadarla kalsa idi, Mustafa Kemal Paşa, çoktan razı olacak, müzakerelerin de uzun sürüp gitmesine mahal kalmayacaktı. Fakat Rus miralayının dilinin altında bir şey vardı. Nitekim pek az sonra o da baklayı ağzından çıkarmış oluyordu. Miralay Budiyeni, Mustafa Kemal’e şöyle sormuştu: - Acaba General Hazretleri, Anadolu’da kurulacak hükümet için nasıl bir rejim düşünüyorlar? Mustafa Kemal muhatabının maksadını pek güzel anlamış ve hemen şaşırmadan cevabını vermişti: - Tabii Sovyetlerin, Şuralar Cumhuriyetine benzer bir hükümet tarzı!.. - Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim!.. - Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek, daha doğru söylemiş oluruz. - Yalnız, sosyalizm, içtimai sahada hüküm süren bir tarzdır, biz sizin komünizmi de gözden geçirmenizi istiyoruz. Ancak büyük komşunuz Rusya, o zaman size elinden gelen yardımı yapacaktır. Mustafa Kemal Paşa, miralay Budiyeni’nin peşinen söz almaya çalıştığını görüyor, kendisi için tutulacak yolda bu muzaharete muhtaç olduğunu da unutmuyordu. Sovyet Heyeti Havza’dan büyük bir ümidle ayrılmıştı. Fakat Mustafa Kemal Paşa bunları mükemmelen atlatmıştı. Hattâ tehlike şayet büyürse, bir Rus kolordusundan da faydalanılacaktı. Havza görüşmeleri Mustafa Kemal’in düşmanları için O’nun komünistliği kabul ettiği şeklinde iaşe edilmiş ve dar görüşlüler, Büyük Türk Önderinin bu kadar basit bir pazarlıkla, bütün gayretlerinden vaz geçeceğini zannetmişlerdi. Bilahare kendisiyle görüştüğüm Fevzi Çakmak, bu hadise hakkında Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine: - O zaman bir sırat köprüsünden geçmek zorunda idik, meşhur sözdür, köprüyü geçene kadar…..dayı dedik vesselâm!.. demişti. Miralay Budiyeni görüşmelerinde Mustafa Kemal Paşa’ya, şarkta kurulacak Ermeni ve Kürd devletlerinin, Batum dahil olmak üzere Karadeniz kıyılarında ihdas olunacak Pontus hükümetinin, İtilaf devletlerince mültezim olduğunu söylemiş, bütün bunlarla Sovyetlerin yeni Türkiye yanında mücadeleye hazır bulunduğunu da ilave etmişti. Miralay Budiyeni: - Biz demişti, Çarlık Rusyasının pişdarları, öncüleri ve Kafkasyanın kundakçıları olan Ermenilere asla yüz vermek niyetinde değiliz. Hele Ermeni Taşnak ve Hinçak komitelerinin harp sonrası faaliyetlerinden biz de hiç memnun değiliz. Onlar kimi kuvvetli görürlerse ona uşaklık ederler. Yarın İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar hesabına çalışmayacaklarını kim temin eder? Demişti. Mustafa Kemal Paşa, miralayın bu fikirlerinin arkasında Sovyetlerin, Anadoluya fiili yardım teklifinde bulunacaklarını tahminde gecikmemişti. Nitekim miralayın baka bir suali şu olmuştu: - Mondoros mütarekesine uyularak ordularınız silahtan tecrit edilmiş, bütün silah ve cephane depolarınıza el konmuştur. Bu şartlar altında bir taraftan Yunanlılarla, diğer taraftan Ermeniler, Pontusçularla ve Anadolunun her tarafında işgal kuvvetleriyle nasıl mücadele edeceğinizi bir türlü anlayamıyorum Paşam?... demişti. Mustafa Kemal Paşa, karşısında babayani tavırlarına, palabıyıklarına ve Türk dostu görünmek isteyen bütün yapmacık hallerine rağmen, alttan alta vaziyeti iskandil eden, kurnaz bir Rus askeriyle karşı karşıya bulunduğunu görüyordu. Ona cevaben: - Evet miralyım, vaziyetimiz cidden naziktir. Fakat işte bizim milletin hususiyeti de böyle felaketli zamanlarda iş görmesi, harikalar yaratması olacaktır. Siz müsterih olunuz, müşterek düşmana karşı, bizi tahmin ettiğinizden daha tehlikeli ve hesaba katmaya değer bir kuvvet olarak bulacaksınız, buna da şaşmayınız!.. Miralay Budiyeni, burada yutkunmuş ve sonradan bana merhum Cevad Abbas’ın anlattıklarına göre epey düşündükten sonra: - Rusyanın bütün ihtiyaçlarınızı tamamlamaya hazır bulunduğunu size arz etmek vazifesini üzerime almış bulunuyorum. Yeter ki, siz de bizim arzularımızı yapınız. Padişahlığı, hilafeti lağvediniz, komünistliği ilan eyleyiniz, demişti. Mustafa Kemal, miralayı tam söylettirmişti. Artık Soyetlerin yardım perdesi altında ne yapmak istediklerini, bu kurnaz olmasına rağmen ne de olsa asker olan ve hakikatte bir diplomat derecesinde konuşma metodlarına ve inceliklerine vakıf bulunmayan Budiyeni, hepsini ağzından çıkarmıştı. Mustafa Kemal Paşa, o zaman gayet teenni ile konuşmuş, karşısındakine hem ümit vermiş, hem de emniyet telkin etmişti. O gülerek şöyle cevap vermişi: - Aziz miralayım, buyurduğunuz işler, şimdi tasavvur eylediğiniz kadar kolay değildir. Padişahlık müessesi esasen zayıflamıştır, yıkılmak üzeredir. Hilafet için biraz daha sabırlı, hatta biraz daha dikkatli olmak lâzımdır. Arkamızda bir de İslâm alemi vardır. Bunu da hesaba katacağız. Onların müzahereti bugün için elzemdir. İngilizleri ancak bu sayede yerlerinde tutacağız. Komünistliği ilan etmek de bugün için imkânsızdır. Evvela davayı memlekete anlatmak lazımdır. Şimdi bizim tek bir hedefimiz vardır. O da harbi, mücadeleyi kazanmak, istilayı ortadan kaldırmaktır. Zaferi kazandığımız zaman, şartlarınızı daha sakin ve rahat bir ruh haleti içinde düşüneceğiz!.. Miralay Budiyeni riyasetindeki Rus heyeti çok ümidvar idiler. Mustafa Kemal Paşa, modern düşünceli, ileri görüşlü bir askerdi. Her şeyi safha, safha halletmek davasında idi. Dürüst bir insan tavrı ile kendilerine her şeyi açıkça söylemişti. O halde bu büyük mücadelenin eşiğinde duran adama, Türklere hemen yardım edilmeli idi. Nitekim Havza konuşmasının büyük yardımı olmuştu. Miralay Budiyeni gerek Lenin’in, gerekse Stalin’in ve gerekse Troçki’nin en mutemed adamı idi. Tam bir Rus olan ve askerlikten başka bir şey bilmeyen, ihtilal şeflerine körü körüne merbut bulunan miralayın görüşüne itibar etmek lazım geliyordu. O, Sovyet Rusyaya avdet ettikten ve Mustafa Kemal Paşa da askerlikten istifa ederek, milli kongrelerde riyasete seçildikten ve İstanbul hükümeti ile Padişaha fiilen meydan okuduktan sonra, Rusyadan istediği her şeyi, top, tüfek, cephane ve altın rubleyi alabilmiş, bilhassa Sovyetlerin yardımı, büyük taarruzdan evvel, en verimli bir safhaya ulaşmıştı. Mustafa Kemal filhakika, padişahlığı, hilafeti kaldırmış, fakat komünistliği kabul etmemişti." (İki Devrin Perde Arkası, Hatıratı Anlatan Osmanlı İmparatorluğu Teşkilat-ı Mahsusasında M.M. Grubu Başkanı Albay Hüsamettin Ertürk, Yazan: Samih Nafiz Tansu, Pınar Yayınevi, İstanbul, 1964, s. 238-242).
Bu uzun aktarım konunun ne denli detaya dayandığının ve anıların sahibinin ve/veya aktaranın üslubunun algılanması açısından gerekli görülmüştür. Yukarıda da ifade edildiği gibi konuya ilişkin geniş kaynak taramasında anlatılanları teyit edecek bir dayanağa rastlanmamıştır. Buna, Hüsamettin Ertürk'ün anılarındakaynak gösterilen Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas'ın anıları dahil olup, bunları derleyip aktaran Turgut Gürer’in “Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer – Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl” isimli kaynak kitap ta da konuya ilişkin bir iz bulunamamıştır. Esasen ne bu kaynakta ne de başkaca bir kaynakta Mustafa Kemal Paşa’nın Havza günlerini açıklığa kavuşturacak bilgiye ulaşılabilmiştir. Bu dönemin resmi belgeleri ise karşılıklı yazışmalar olup bunlardan ikisi konumuz açısından dikkate değerdir. Birincisi Samsun’a çıkan heyette yer alan Kurmay Binbaşı Hüsrev Gerede’nin Kazım Karabekir’e Havza’dan gönderdiği 7 Haziran 1919 tarihli mektup, diğeri ise, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali sonrasında yine Havza’dan Eşme’de 17. Kolordu Komutanı Bekir Sami Bey’e çekilen telgraftır. Bu nispeten somut belgeler yanında Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a karşı tutumunun değişmesinde ve diğer temaslarındaki üslupta Havza'da geçen dönemin ayırdedici olduğu izlenimini edinmek mümkündür.
20 Kasım 2009 Cuma
Sosyal Avrupa Paradigması ve İşletme Sosyal Sorumluluğu Kavramı
1. Giriş: Günümüzde insan hakları kavramı ve dayandığı demokratik ve sosyal devlet söyleminin temsilcisi olarak kabul gören Batı uygarlığının başat aktörleri, Batı Avrupa ülkeleri ve bunların oluşturduğu Avrupa Birliği'dir (AB). Bu paradigmanın temelinde ise bugün Avrupa'yı oluşturduğu kabul edilen ve yukarıda değinilen kavramları da kapsayan değerlerin sonucu olarak vatandaşlarının insani yaşam standartlarına adil koşullarda ulaşma yolunda temel haklara sahip olması yatmaktadır. Diğer taraftan, sözü edilen paradigmanın geliştirildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasından Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar geçen yarım yüzyılı aşan dönemin ardından yaşanan son on beş yılın bu ülkeler açısından yukarıda sözü edilen niteliğin korunup geliştirildiği bir süreç mi, yoksa üçüncü küreselleşme olarak adlandırılan hakim ekonomik sistemin içinde bulunduğu aşamanın belirlediği yönde bu niteliklerini giderek yitirdikleri ve tek kutuplu dünyanın gereklerine uyum sağlama çabası içinde oldukları bir süreç mi olduğu sorusu cevap beklemektedir.
2. Avrupa Birliği'nde Sosyal Politikanın Gelişimi: Bugünkü Avrupa Birliği'nin temelini oluşturan Avrupa topluluklarını (AT) kuran 1958 Roma Antlaşması'nın amaçları arasında; işgücünün çalışma koşullarını ve hayat standartlarını iyileştirmek için sürekli çaba harcanması yer almakla birlikte sosyal politika alanındaki düzenlemeler sınırlı kalmıştır. Bu kapsamda 1961 yılında sosyal politikaya yönelik amaçların gerçekleştirilebilmesi amacıyla Avrupa Sosyal Fonu kurulmuştur. Yine 1961 yılında gerçekleşen bir başka gelişme ise Avrupa Konseyi bünyesinde imzaya açılan ve 1965 yılında yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartı'dır. Avrupa Konseyi'nin yayınlamış olduğu Avrupa Sosyal Şartı Temel Rehberi'nde (2001) bu belgenin temel sosyal ve ekonomik hakları koruyan, medeni ve politik hakları garanti eden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni destekleyen bir Avrupa sözleşmesi olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca bu sözleşme hukuksal bir belge olup onaylayan tüm devletleri bağlayıcı niteliktedir. Bununla birlikte Avrupa Sosyal Şartı'nı ve buna bağlı olarak geliştirilmiş hukukun uygulanması imzalayan, onaylayan ve bazı maddelerine çekince koyarak iç hukukuna geçiren ülkeler açısından çeşitlilik göstermekte olup, süreç şartın kendi içinde düzenlenmiş olan bir denetim mekanizması ile düzenli olarak izlenmektedir. Bu çerçevede Avrupa Sosyal Şartı farklı düzeylerde olmak üzere halen 21 Avrupa ülkesinde uygulanmaktadır. Diğer taraftan Avrupa Konseyi bünyesinde uygulamaya geçen Avrupa Sosyal Şartı'nın, Avrupa toplulukları gündemine gelebilmesi için 1980'lerin ikinci yarısına kadar beklenmesi gerekmiştir. 1987 yılında yürürlüğe giren Tek Avrupa Senedi'nde "Avrupa düzeyinde sosyal diyalogun oluşturulması" ve "topluluğa özgü bir sosyal politikanın olması gerektiği" ifade edilmiştir. Bu çerçevede 1989 yılında Avrupa Sosyal Şartı'na göre farkı bağlayıcı olmamasında yatan Avrupa Topluluğu Temel Sosyal Haklar Şartı ya da diğer adıyla Topluluk Şartı, AT'ye üye ülkeler arasında imzaya açılmış ve İngiltere dışındaki diğer ülkelerce onaylanmıştır. Topluluk Şartı'nda; "İç pazarın gerçekleştirilmesinin toplulukta istihdam yaratılmasında ve yaşam standartlarının yükseltilmesinde en etkin araç olduğu gerçeğinden
hareketle üye devletler arasında ekonomik ve sosyal alanda işbirliğinin gerçekleştirilmesi, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi" gereği vurgulanmaktadır. Ancak, AT'de atılan bu adım Avrupa Sosyal Şartı'na göre sosyal koruma açısından daha ileri bir nitelik göstermemektedir. Bu niteliği ile Topluluk Şartı herhangi bir yasal yükümlülük içermeyen politik bir deklarasyon niteliğinde olup, uygulanması "direktifler" gibi ikincil diğer hukuk metinlerle sağlanmaktadır. Ayrıca Avrupa Sosyal Şartı, Topluluk Şartı'ndan daha geniş bir uygulama alanına sahip olup, sosyal hakları sadece çalışanlara değil, nüfusun tamamına topluca sağlamaktadır. 1993 yılında yürürlüğe giren ve Avrupa Birliği'ni (AB) oluşturan antlaşma olarak nitelenen Maastricht Antlaşması da Avrupa Sosyal Şartı ile karşılaştırıldığında sosyal koruma açısından bir ilerleme getirmemektedir. Avrupa Birliği'nin daha sonraki zirvelerde gündemini artan işsizlik sorununa karşı istihdamı geliştirme, istihdam edilebilirliğin artırılması ve girişimciliğin desteklenmesi oluşturmaktadır, Nihayet, Avrupa Birliği açısından Lizbon 2000'te; "Dünyadaki sürdürülebilir ekonomik büyüme kapasitesine sahip, en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayalı ekonomi olma" hedefi gündeme gelmiştir. Bu amaç doğrultusunda kamusal nitelikli düzenlemelerden bağımsız olarak sosyal koruma alanına "işletmenin sosyal sorumluluğu" kavramı girmiştir. Bu bir anlamda, işletmelerin daha önce ulusal ölçekte yasalarla uluslararası ölçekte ise antlaşmalarla ve daha sonra ulusal düzeyde yasalarla düzenlenmiş olan yükümlülüklerinin özelleştirilerek şirketlerin gönüllülüğüne terk etme girişimidir. Avrupa Birliği'nde bu yöndeki girişim, Avrupa Toplulukları Komisyonu'nun 18.07.2001 tarihli "Avrupa Açısından İşletme Sosyal Sorumluluğuna Yönelik Çerçeve Geliştirme" başlıklı Yeşil Kitabı'dır.(1) Bu belgede hedefler şu şekilde özetlenmektedir: Giderek artan sayıda Avrupalı şirket çeşitli sosyal, çevresel ve ekonomik baskılar karşısında işletme sosyal sorumluluğuna ilişkin stratejilerini geliştirmektedirler. Burada amaçlanan, işletmenin karşılıklı olarak ilişki içerisinde olduğu çalışanlar, pay sahipleri, yatırımcılar, tüketiciler, kamu otoriteleri ve sivil toplum örgütleri gibi çeşitli ilgililerine mesaj göndermektir. Şirketler, sosyal sorumluluklarını açıklayarak, geleneksel beklentilerin ve yasal düzenlemelerin ötesinde, ancak her koşulda uyacakları yükümlülükleri gönüllü olarak üstlenerek, toplumsal gelişim, çevrenin korunması ve temel haklara saygıda standartları yükseltme, açık olarak yönetişimi kabullenme ve genel olarak kalite ve sürdürülebilirlik yaklaşımı çerçevesinde işletmenin çeşitli ilgililerinin çıkarlarını uyumlaştırmaya çaba göstereceklerdir. Avrupa Birliği işletme sosyal sorumluluğu konusunu Lizbon'da belirlenen "daha fazla ve daha iyi iş olanaklarına ve en ileri sosyal uyumla birlikte, sürdürülebilir ekonomik kalkınma yeteneğine sahip, dünyanın en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayanan ekonomisi olma" stratejik hedefine yönelik olumlu katkısı açısından değerlendirmektedir.
3. Sonuç: Yukarıda aktarılan belgeden de anlaşılacağı gibi Avrupa Birliği, küreselleşmenin 1990'lardan başlayarak ABD'ye dayalı olarak oluşan tek kutuplu dünya doktrinine uyum sağlama ve bu koşulların gerektirdiği rekabetten önde çıkma hedefi doğrult
tusunda bünyesini, sosyal Avrupa'dan daha esnek çalışma koşullarının egemenliğine, kuralsızlaştırmaya ve şirketlerin gönüllüğüne bırakılan sosyal sorumluluğa doğru yenilemeyi amaçlamaktadır. Nitekim, çeşitli toplum kesimlerinden yukarıda sözü edilen yeşil kitaba olan bakış açılarının değerlendirildiği ve işletme sosyal sorumluluğu konusunun geliştirilmesine katılımda bulunmaya davet edildiği 2 Temmuz 2002 tarihli Komisyon Bildirisi'nde (2), sendikaların tepkisi aşağıdaki gibi yer almaktadır: "Sendikalar ve sivil toplum örgütleri, gönüllü girişimlerin çalışanların ve vatandaşların haklarını korumada yeterli olmadığının altını çizmişlerdir, Bu kesimler minimum standartların belirlendiği ve faaliyet alanının düzeyinin teminat altına alındığı yasal bir düzenlemeden yana görüş ileri sürmektedirler. Sendikalar ve sivil toplum örgütleri ayrıca, işletme sosyal sorumluluğu uygulamalarının kabul edilebilirliğinin; bu kavramın geliştirilmesi, uyarlanması ve değerlendirilmesinin tek taraflı olarak işletmeler tarafından değil, daha çok ilgili diğer kesimlerin katılımı ile sağlanması halinde mümkün olabileceğinde ısrar etmektedirler. Bu kesimler nihayet, işletmelerin faaliyetlerinin sosyal ve çevresel etkilerinin topluma hesap verilebilirliğini garanti altına alacak mekanizmaların oluşturulmasını talep etmektedirler." Sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin işletme sosyal sorumluluğu kavramı çerçevesindeki uygulamalardan beklentileri bu yönde iken; diğer taraftan işletmelerin temsilcileri ise işletme sosyal sorumluluğunu nasıl yorumladıkları sözü edilen Komisyon Bildirisi'nde aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir: "İşletmeler, işletme sosyal sorumluluğunun gönüllülük esasına dayandığını, bu kavramın sürdürülebilir kalkınma konusu ile bütünleşmesinin ve içeriğinin küresel düzeyde geliştirilmesinin gereğini vurgulamışlardır. Ayrıca işletmeler "her soruna karşı tek tip" çözüm yönteminin olmaması gerektiğinin altını çizmişlerdir, işletmelerin bakış açısına göre, işletme sosyal sorumluluğunu Avrupa Birliği düzeyinde düzenlemeye tabi tutmak, bu kavrama uygun başarılı eylemleri gerçekleştirecek işletmeler arasında yaratıcılığı ve buluşları engelleyeceğinden ve farklı coğrafyalarda faaliyet gösteren girişimlerde çıkar çatışmalarına yol açabileceğinden amaçlara zararlı olabilecektir." İşletme sosyal sorumluluğu kavramı ile ilgili olarak ekonomik sistemin karşıt iki sınıfın düşüncelerini özetleyen yukarıdaki ifadeler, söz konusu kavram üzerinde uzlaşmanın her iki kesimlerin çıkarları göz önüne alındığında hemen hemen olanaksızlığını belgelemektedir. Bu ifadelerde temel çelişkiyi çalışanların ve toplumun haklarının işletmelerin gönüllüğüne terk edilip edilmeyeceği oluşturmaktadır. Ancak burada altı çizilmesi gereken Avrupa Toplulukları Komisyonu'nun yukarıda sözü edilen her iki belgede de (Yeşil Kitap ve Komisyon Bildirisi) işletme sosyal sorumluluğunun gönüllülük esasına dayandığının kabulü yönündeki ifadelerin yer bulmasıdır. (1) Commission of The European Communities, Green Paper: Promoting a European Framework for Corporate Social Responsibility, Brussels. 18.07.2001 (2) Commission of The European Communittes, Communication From The Comission Conceming Corporate Social Responsibility: A business contribution to Sustainable Development, Brussels, 02.07.200
http://www.dunya.com/sutun.asp?id=192017&isArch=1
2. Avrupa Birliği'nde Sosyal Politikanın Gelişimi: Bugünkü Avrupa Birliği'nin temelini oluşturan Avrupa topluluklarını (AT) kuran 1958 Roma Antlaşması'nın amaçları arasında; işgücünün çalışma koşullarını ve hayat standartlarını iyileştirmek için sürekli çaba harcanması yer almakla birlikte sosyal politika alanındaki düzenlemeler sınırlı kalmıştır. Bu kapsamda 1961 yılında sosyal politikaya yönelik amaçların gerçekleştirilebilmesi amacıyla Avrupa Sosyal Fonu kurulmuştur. Yine 1961 yılında gerçekleşen bir başka gelişme ise Avrupa Konseyi bünyesinde imzaya açılan ve 1965 yılında yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartı'dır. Avrupa Konseyi'nin yayınlamış olduğu Avrupa Sosyal Şartı Temel Rehberi'nde (2001) bu belgenin temel sosyal ve ekonomik hakları koruyan, medeni ve politik hakları garanti eden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni destekleyen bir Avrupa sözleşmesi olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca bu sözleşme hukuksal bir belge olup onaylayan tüm devletleri bağlayıcı niteliktedir. Bununla birlikte Avrupa Sosyal Şartı'nı ve buna bağlı olarak geliştirilmiş hukukun uygulanması imzalayan, onaylayan ve bazı maddelerine çekince koyarak iç hukukuna geçiren ülkeler açısından çeşitlilik göstermekte olup, süreç şartın kendi içinde düzenlenmiş olan bir denetim mekanizması ile düzenli olarak izlenmektedir. Bu çerçevede Avrupa Sosyal Şartı farklı düzeylerde olmak üzere halen 21 Avrupa ülkesinde uygulanmaktadır. Diğer taraftan Avrupa Konseyi bünyesinde uygulamaya geçen Avrupa Sosyal Şartı'nın, Avrupa toplulukları gündemine gelebilmesi için 1980'lerin ikinci yarısına kadar beklenmesi gerekmiştir. 1987 yılında yürürlüğe giren Tek Avrupa Senedi'nde "Avrupa düzeyinde sosyal diyalogun oluşturulması" ve "topluluğa özgü bir sosyal politikanın olması gerektiği" ifade edilmiştir. Bu çerçevede 1989 yılında Avrupa Sosyal Şartı'na göre farkı bağlayıcı olmamasında yatan Avrupa Topluluğu Temel Sosyal Haklar Şartı ya da diğer adıyla Topluluk Şartı, AT'ye üye ülkeler arasında imzaya açılmış ve İngiltere dışındaki diğer ülkelerce onaylanmıştır. Topluluk Şartı'nda; "İç pazarın gerçekleştirilmesinin toplulukta istihdam yaratılmasında ve yaşam standartlarının yükseltilmesinde en etkin araç olduğu gerçeğinden
hareketle üye devletler arasında ekonomik ve sosyal alanda işbirliğinin gerçekleştirilmesi, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi" gereği vurgulanmaktadır. Ancak, AT'de atılan bu adım Avrupa Sosyal Şartı'na göre sosyal koruma açısından daha ileri bir nitelik göstermemektedir. Bu niteliği ile Topluluk Şartı herhangi bir yasal yükümlülük içermeyen politik bir deklarasyon niteliğinde olup, uygulanması "direktifler" gibi ikincil diğer hukuk metinlerle sağlanmaktadır. Ayrıca Avrupa Sosyal Şartı, Topluluk Şartı'ndan daha geniş bir uygulama alanına sahip olup, sosyal hakları sadece çalışanlara değil, nüfusun tamamına topluca sağlamaktadır. 1993 yılında yürürlüğe giren ve Avrupa Birliği'ni (AB) oluşturan antlaşma olarak nitelenen Maastricht Antlaşması da Avrupa Sosyal Şartı ile karşılaştırıldığında sosyal koruma açısından bir ilerleme getirmemektedir. Avrupa Birliği'nin daha sonraki zirvelerde gündemini artan işsizlik sorununa karşı istihdamı geliştirme, istihdam edilebilirliğin artırılması ve girişimciliğin desteklenmesi oluşturmaktadır, Nihayet, Avrupa Birliği açısından Lizbon 2000'te; "Dünyadaki sürdürülebilir ekonomik büyüme kapasitesine sahip, en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayalı ekonomi olma" hedefi gündeme gelmiştir. Bu amaç doğrultusunda kamusal nitelikli düzenlemelerden bağımsız olarak sosyal koruma alanına "işletmenin sosyal sorumluluğu" kavramı girmiştir. Bu bir anlamda, işletmelerin daha önce ulusal ölçekte yasalarla uluslararası ölçekte ise antlaşmalarla ve daha sonra ulusal düzeyde yasalarla düzenlenmiş olan yükümlülüklerinin özelleştirilerek şirketlerin gönüllülüğüne terk etme girişimidir. Avrupa Birliği'nde bu yöndeki girişim, Avrupa Toplulukları Komisyonu'nun 18.07.2001 tarihli "Avrupa Açısından İşletme Sosyal Sorumluluğuna Yönelik Çerçeve Geliştirme" başlıklı Yeşil Kitabı'dır.(1) Bu belgede hedefler şu şekilde özetlenmektedir: Giderek artan sayıda Avrupalı şirket çeşitli sosyal, çevresel ve ekonomik baskılar karşısında işletme sosyal sorumluluğuna ilişkin stratejilerini geliştirmektedirler. Burada amaçlanan, işletmenin karşılıklı olarak ilişki içerisinde olduğu çalışanlar, pay sahipleri, yatırımcılar, tüketiciler, kamu otoriteleri ve sivil toplum örgütleri gibi çeşitli ilgililerine mesaj göndermektir. Şirketler, sosyal sorumluluklarını açıklayarak, geleneksel beklentilerin ve yasal düzenlemelerin ötesinde, ancak her koşulda uyacakları yükümlülükleri gönüllü olarak üstlenerek, toplumsal gelişim, çevrenin korunması ve temel haklara saygıda standartları yükseltme, açık olarak yönetişimi kabullenme ve genel olarak kalite ve sürdürülebilirlik yaklaşımı çerçevesinde işletmenin çeşitli ilgililerinin çıkarlarını uyumlaştırmaya çaba göstereceklerdir. Avrupa Birliği işletme sosyal sorumluluğu konusunu Lizbon'da belirlenen "daha fazla ve daha iyi iş olanaklarına ve en ileri sosyal uyumla birlikte, sürdürülebilir ekonomik kalkınma yeteneğine sahip, dünyanın en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayanan ekonomisi olma" stratejik hedefine yönelik olumlu katkısı açısından değerlendirmektedir.
3. Sonuç: Yukarıda aktarılan belgeden de anlaşılacağı gibi Avrupa Birliği, küreselleşmenin 1990'lardan başlayarak ABD'ye dayalı olarak oluşan tek kutuplu dünya doktrinine uyum sağlama ve bu koşulların gerektirdiği rekabetten önde çıkma hedefi doğrult
tusunda bünyesini, sosyal Avrupa'dan daha esnek çalışma koşullarının egemenliğine, kuralsızlaştırmaya ve şirketlerin gönüllüğüne bırakılan sosyal sorumluluğa doğru yenilemeyi amaçlamaktadır. Nitekim, çeşitli toplum kesimlerinden yukarıda sözü edilen yeşil kitaba olan bakış açılarının değerlendirildiği ve işletme sosyal sorumluluğu konusunun geliştirilmesine katılımda bulunmaya davet edildiği 2 Temmuz 2002 tarihli Komisyon Bildirisi'nde (2), sendikaların tepkisi aşağıdaki gibi yer almaktadır: "Sendikalar ve sivil toplum örgütleri, gönüllü girişimlerin çalışanların ve vatandaşların haklarını korumada yeterli olmadığının altını çizmişlerdir, Bu kesimler minimum standartların belirlendiği ve faaliyet alanının düzeyinin teminat altına alındığı yasal bir düzenlemeden yana görüş ileri sürmektedirler. Sendikalar ve sivil toplum örgütleri ayrıca, işletme sosyal sorumluluğu uygulamalarının kabul edilebilirliğinin; bu kavramın geliştirilmesi, uyarlanması ve değerlendirilmesinin tek taraflı olarak işletmeler tarafından değil, daha çok ilgili diğer kesimlerin katılımı ile sağlanması halinde mümkün olabileceğinde ısrar etmektedirler. Bu kesimler nihayet, işletmelerin faaliyetlerinin sosyal ve çevresel etkilerinin topluma hesap verilebilirliğini garanti altına alacak mekanizmaların oluşturulmasını talep etmektedirler." Sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin işletme sosyal sorumluluğu kavramı çerçevesindeki uygulamalardan beklentileri bu yönde iken; diğer taraftan işletmelerin temsilcileri ise işletme sosyal sorumluluğunu nasıl yorumladıkları sözü edilen Komisyon Bildirisi'nde aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir: "İşletmeler, işletme sosyal sorumluluğunun gönüllülük esasına dayandığını, bu kavramın sürdürülebilir kalkınma konusu ile bütünleşmesinin ve içeriğinin küresel düzeyde geliştirilmesinin gereğini vurgulamışlardır. Ayrıca işletmeler "her soruna karşı tek tip" çözüm yönteminin olmaması gerektiğinin altını çizmişlerdir, işletmelerin bakış açısına göre, işletme sosyal sorumluluğunu Avrupa Birliği düzeyinde düzenlemeye tabi tutmak, bu kavrama uygun başarılı eylemleri gerçekleştirecek işletmeler arasında yaratıcılığı ve buluşları engelleyeceğinden ve farklı coğrafyalarda faaliyet gösteren girişimlerde çıkar çatışmalarına yol açabileceğinden amaçlara zararlı olabilecektir." İşletme sosyal sorumluluğu kavramı ile ilgili olarak ekonomik sistemin karşıt iki sınıfın düşüncelerini özetleyen yukarıdaki ifadeler, söz konusu kavram üzerinde uzlaşmanın her iki kesimlerin çıkarları göz önüne alındığında hemen hemen olanaksızlığını belgelemektedir. Bu ifadelerde temel çelişkiyi çalışanların ve toplumun haklarının işletmelerin gönüllüğüne terk edilip edilmeyeceği oluşturmaktadır. Ancak burada altı çizilmesi gereken Avrupa Toplulukları Komisyonu'nun yukarıda sözü edilen her iki belgede de (Yeşil Kitap ve Komisyon Bildirisi) işletme sosyal sorumluluğunun gönüllülük esasına dayandığının kabulü yönündeki ifadelerin yer bulmasıdır. (1) Commission of The European Communities, Green Paper: Promoting a European Framework for Corporate Social Responsibility, Brussels. 18.07.2001 (2) Commission of The European Communittes, Communication From The Comission Conceming Corporate Social Responsibility: A business contribution to Sustainable Development, Brussels, 02.07.200
http://www.dunya.com/sutun.asp?id=192017&isArch=1
23 Haziran 2009 Salı
EU PERCEPTION OF TURKEY’S MEMBERSHIP
Following the start of the official negotiations Turkey’s accession to EU has become more visible than ever. Although the leaders of the member states have hardly reached a decision on Turkey’s full membership. This however, will subsequently be subject to the approval of member states either through referendums or by their parliament. Thus the form of the relations between Europe and Turkey have been shifted to an upper level. At this stage Turkey needs to monitor more closely the changes in opinions of EU governments as well as general public.
The aim of this report is to bring an historical view point to the underlying causes of perceptions towards Turkey in EU. Firstly a brief historical background will be provided for the relations and the counter perceptions between Turkey and Europe for the purpose of the argument of the report. Then the reasons for the different attitudes of EU member states’ public towards Turkey will be examined and discussed. Finally, a framework for the character of attitudes of the member states will be drawn. In this context the term interpolarized is used for describing the opposed as well as interactive nature of relations between Turkey and EU. In addition, the term guest workers describes the immigrants from Turkey whom invited by the host european countries for filling the gap of industrial work force during 1960’s and 1970’s.
BACKGROUND
The Anatolian peninsula has become a passage for the movements of mankind from east to west as well as a settelement for the civilisations for ages. This historic record, has resulted in an inherited charasteristic perception of “other” for both the settlers of Anatolia and their western and eastern neigbour communities for each other. From this point of view, in the world of today, relations between Turkey and main European Countries-England, France, Germany and Italy- could be described as interpolarized. As far as the eastern perspective to Turkey concerned however, mainly a westernised character is attributed to Anatolia. In other words, Anatolia is situated in somewhere in purgatory.
PERCEPTIONS OF THE EU MEMBER STATES CONCERNING TURKEY’S MEMBERSHIP BID
Although it is broadly believed that a negative approach is dominating the general public opinion of EU countries towards Turkey’s full membership, the historical background and relations differentiates the attitudes are observed among them. While a relatively positive approach is coming from the people of eastern europe and Mediterranean region, the public opinions in Austria, France, Germany, Nedherlands and Belgium reflect the most opposing character.
As a matter of fact, the opinon pools from the EU support this argument broadly. According to the Euractive sources(*), the pools demonstrate that, 70% of French people are opposed to Turkey’s accession in the EU, just in the line with, 74% of the German public and 76% of Austrian people are against Turkey’s membership which is the same more or less in the Netherlands and Belgium. In the enlarged EU however, the same sources indicate that 52% of citizens are opposed to Turkey pointing to a better position compared to the cases in opposing countries individually. This recovery mainly stems from the new accession countries Bulgaria and Romania –around 60%- as much as Hungary, Czech Republics, Slovakia constituting Balkans in a broad sence and Mediterranean countries of Spain and Portugal. Hence, for the purpose of this report the above mentioned countries can be grouped according to their perceptions about Turkey. While the first group consists of Germany, France, Austria, Netherlands, Belgium being opposed in character, the second group including Bulgaria, Romania, Hungary, Slovakia, Czech Republic, Spain and Portugal.
Regarding the Mediterranean block in the second group, governance of Islam in Spain and Portugal in the days of ancient Andolucia is identical. This experience brings about a relatively positive Iberian social insight towards Turkey as a muslim country and easterner in character. Concerning the Balkan attitude in the same group; Bulgaria, Romania and partly Hungary and Slovakia as the former Ottoman teritories are have a traditional experince about Turco-Islamic way of life and culture.
On the other hand, a clear negative image about Islam and about citizens of Turkish origin is observed in the first group countries where Turkish muslim citizens constitute a considerable amount of the populations. This public perception about Turkish minorities also
(*) Euractive: European Union Information Website
determine the public attitude towards Turkey’s position in EU. According to the EU sources, Turkish muslim population which mainly consist of guest workers amouts to 4 - 8% of the populations in the first group countries; Belgium, Nedherlands, Germany, Austria and France respectively. It is apparent that the main cause behind this common perception has been the perceived clash of cultures as long as the lack recognition to acknowledge that Turks form a part of these societies.
A survey conducted among more than 17,000 people in 17 countries and released in July 2005 by Pew Global Attitutes Project named “Islamic Extremism: Common Concern for Muslim and Western Publics” also provides evidences for the argument. According to the survey; in countries such as Germany and the Netherlands, concerns about Islamic extremism both within their own borders and around the world are high. Worries over Islamic extremism are nearly as high in France and Spain.
The survey also gives evidence that these concerns are associated with opposition to Turkey's accession in the EU. As stated above, nearly two-thirds of French (66%) and Germans (65%) oppose Turkey's EU bid, as do a majority of the Dutch (53%). However, support for Turkey's membership into the EU is most extensive in Spain (68%) and Great Britain (57%).
An other finding of the survey is that opposition to Turkey's membership is also related to increasing anxiety about national identity. Negative perceptions about immigration – not only from the Middle East and Africa but from Eastern Europe as well – are even more strongly related to opposition to Turkey's accession to the EU than are concerns about Islamic extremism.
CONCLUSION
Since the relations between Turkey an Europe stand on a broad historic background of opposition, perceptions of both communities are adverse. Therefore cultural and religious mutual prejucides as well as uneven distribution of income and weakness in justice system in Turkey will be a determinative factor in the accession process. Nevertheless, opinion pools address different attitudes towards Turkey’s position between member states.
As a result, the first argument of this report is that, in a broad sense member states can be diveded into two main groups according to their positive and negative perceptions about Turkey relatively. Secondly, it is brought forward that the underlying cause of this grouping is broadly due to the different social textures which are shaped by interrelations with muslims and Turks in the past.
In the light of the above it is recommended that, in order to strenghten its position Turkey should pursue a more comprehensive an complex publicty policy that relies on a great deal of expertise towards EU by taking into account the various causes perceptions of the every member states’ public individually.
APPENDIX
1) ALTINTAŞ, Volkan, “Will The European Sun Rise From The Bosporus?”, ZEI EU-Turkey Monitor, Vol.1 No.1, October 2005.
2) Euractive, The EU-25’s View of Turkey’s Membership Bid, Published:17.12.2004, www.euractive.com/en/enlargement/eu-25-view-turkey-membership-bid/article-1, 27.03.2007
3) Pew Global Attitudes Surwey, “Islamic Extremism: Common Concern For Muslim and Western Publics”, Released:14.07.2005, http://pewglobal.org/reports/display.php?ReportID=248
4) SAFIOLEAS, Penelope D., “Identity Shift and Europe’s Changing Perception of Others: Europe, Turkey, and the Issues of Self-Identification”, http://www.trinstitute.org/ojpcr/2_1identity.htm, 30.03.2007
5) World Economic Forum in Turkey Summit Report, http://www.weforum.org/pdf/SummitReports/turkey2006/turkey/default.htm,
30.03.2007.
The aim of this report is to bring an historical view point to the underlying causes of perceptions towards Turkey in EU. Firstly a brief historical background will be provided for the relations and the counter perceptions between Turkey and Europe for the purpose of the argument of the report. Then the reasons for the different attitudes of EU member states’ public towards Turkey will be examined and discussed. Finally, a framework for the character of attitudes of the member states will be drawn. In this context the term interpolarized is used for describing the opposed as well as interactive nature of relations between Turkey and EU. In addition, the term guest workers describes the immigrants from Turkey whom invited by the host european countries for filling the gap of industrial work force during 1960’s and 1970’s.
BACKGROUND
The Anatolian peninsula has become a passage for the movements of mankind from east to west as well as a settelement for the civilisations for ages. This historic record, has resulted in an inherited charasteristic perception of “other” for both the settlers of Anatolia and their western and eastern neigbour communities for each other. From this point of view, in the world of today, relations between Turkey and main European Countries-England, France, Germany and Italy- could be described as interpolarized. As far as the eastern perspective to Turkey concerned however, mainly a westernised character is attributed to Anatolia. In other words, Anatolia is situated in somewhere in purgatory.
PERCEPTIONS OF THE EU MEMBER STATES CONCERNING TURKEY’S MEMBERSHIP BID
Although it is broadly believed that a negative approach is dominating the general public opinion of EU countries towards Turkey’s full membership, the historical background and relations differentiates the attitudes are observed among them. While a relatively positive approach is coming from the people of eastern europe and Mediterranean region, the public opinions in Austria, France, Germany, Nedherlands and Belgium reflect the most opposing character.
As a matter of fact, the opinon pools from the EU support this argument broadly. According to the Euractive sources(*), the pools demonstrate that, 70% of French people are opposed to Turkey’s accession in the EU, just in the line with, 74% of the German public and 76% of Austrian people are against Turkey’s membership which is the same more or less in the Netherlands and Belgium. In the enlarged EU however, the same sources indicate that 52% of citizens are opposed to Turkey pointing to a better position compared to the cases in opposing countries individually. This recovery mainly stems from the new accession countries Bulgaria and Romania –around 60%- as much as Hungary, Czech Republics, Slovakia constituting Balkans in a broad sence and Mediterranean countries of Spain and Portugal. Hence, for the purpose of this report the above mentioned countries can be grouped according to their perceptions about Turkey. While the first group consists of Germany, France, Austria, Netherlands, Belgium being opposed in character, the second group including Bulgaria, Romania, Hungary, Slovakia, Czech Republic, Spain and Portugal.
Regarding the Mediterranean block in the second group, governance of Islam in Spain and Portugal in the days of ancient Andolucia is identical. This experience brings about a relatively positive Iberian social insight towards Turkey as a muslim country and easterner in character. Concerning the Balkan attitude in the same group; Bulgaria, Romania and partly Hungary and Slovakia as the former Ottoman teritories are have a traditional experince about Turco-Islamic way of life and culture.
On the other hand, a clear negative image about Islam and about citizens of Turkish origin is observed in the first group countries where Turkish muslim citizens constitute a considerable amount of the populations. This public perception about Turkish minorities also
(*) Euractive: European Union Information Website
determine the public attitude towards Turkey’s position in EU. According to the EU sources, Turkish muslim population which mainly consist of guest workers amouts to 4 - 8% of the populations in the first group countries; Belgium, Nedherlands, Germany, Austria and France respectively. It is apparent that the main cause behind this common perception has been the perceived clash of cultures as long as the lack recognition to acknowledge that Turks form a part of these societies.
A survey conducted among more than 17,000 people in 17 countries and released in July 2005 by Pew Global Attitutes Project named “Islamic Extremism: Common Concern for Muslim and Western Publics” also provides evidences for the argument. According to the survey; in countries such as Germany and the Netherlands, concerns about Islamic extremism both within their own borders and around the world are high. Worries over Islamic extremism are nearly as high in France and Spain.
The survey also gives evidence that these concerns are associated with opposition to Turkey's accession in the EU. As stated above, nearly two-thirds of French (66%) and Germans (65%) oppose Turkey's EU bid, as do a majority of the Dutch (53%). However, support for Turkey's membership into the EU is most extensive in Spain (68%) and Great Britain (57%).
An other finding of the survey is that opposition to Turkey's membership is also related to increasing anxiety about national identity. Negative perceptions about immigration – not only from the Middle East and Africa but from Eastern Europe as well – are even more strongly related to opposition to Turkey's accession to the EU than are concerns about Islamic extremism.
CONCLUSION
Since the relations between Turkey an Europe stand on a broad historic background of opposition, perceptions of both communities are adverse. Therefore cultural and religious mutual prejucides as well as uneven distribution of income and weakness in justice system in Turkey will be a determinative factor in the accession process. Nevertheless, opinion pools address different attitudes towards Turkey’s position between member states.
As a result, the first argument of this report is that, in a broad sense member states can be diveded into two main groups according to their positive and negative perceptions about Turkey relatively. Secondly, it is brought forward that the underlying cause of this grouping is broadly due to the different social textures which are shaped by interrelations with muslims and Turks in the past.
In the light of the above it is recommended that, in order to strenghten its position Turkey should pursue a more comprehensive an complex publicty policy that relies on a great deal of expertise towards EU by taking into account the various causes perceptions of the every member states’ public individually.
APPENDIX
1) ALTINTAŞ, Volkan, “Will The European Sun Rise From The Bosporus?”, ZEI EU-Turkey Monitor, Vol.1 No.1, October 2005.
2) Euractive, The EU-25’s View of Turkey’s Membership Bid, Published:17.12.2004, www.euractive.com/en/enlargement/eu-25-view-turkey-membership-bid/article-1, 27.03.2007
3) Pew Global Attitudes Surwey, “Islamic Extremism: Common Concern For Muslim and Western Publics”, Released:14.07.2005, http://pewglobal.org/reports/display.php?ReportID=248
4) SAFIOLEAS, Penelope D., “Identity Shift and Europe’s Changing Perception of Others: Europe, Turkey, and the Issues of Self-Identification”, http://www.trinstitute.org/ojpcr/2_1identity.htm, 30.03.2007
5) World Economic Forum in Turkey Summit Report, http://www.weforum.org/pdf/SummitReports/turkey2006/turkey/default.htm,
30.03.2007.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)