18 Ekim 2017 Çarşamba

Trajik Varoluşum

Sabaha karşı saat 05:00 civarında salonda ayak ucumda Misket (kedi) -ki benim uyanmama ve salona taşınmama sebep oldu-yattığım yerden pencereden yansıyan ışığın, ayaklı lambanın silüetini duvara iki boyutlu kopyasını yansıtmasına gözüm takıldı. Fotograftaki gibi bir şeydi telefon kamerasının gözünden düzenlenip maksimum pozlamayla kaydedilen. Sonrasında şöyle düşündüm; iki boyutlu görüntüye sahip bu yansımayı bilincimde “gerçek” kılmayan, ayırt ettiren neydi? Biraz düşünerek yattığım yerden bir yanıta ulaştım: üçüncü boyuta sahip olmaması ve renginin olmaması. Zira lambanın rengi beyazdı ama yansıma bir gölgesi olarak karaltı biçimindeydi. Buna diğer dört duyumu da kattığımda “gerçeklik” daha belirgin hal alacaktı. Sonrasında ise pencereden dışarı baktığımda gök yüzündeki bir yıldızın ışığına gözüm takıldı. Bu kadar uzaktan üçüncü boyut algılanmıyordu elbet. Hatta bu kadar uzağa gitmeme de gerek yoktu üçüncü boyutu yitirip iki boyuta razı olmam için. Ama buna rağmen üç boyutlu görme yitimi mesafesindeki bir varlığı, örneğin bir yapıyı “gerçek” olarak algılamama yol açan şey neydi diye düşündüğümde, yanıtım kolayca; zihnimde kayıtlı bilgi ve deneyimler olarak belirdi. İşte bu noktadan sonra işler o kadar berrak değildi sorular ve yanıtlar açısından. Önce ayaklı lambayı iki boyutlu ve kendimi biraz daha zorlayarak tek boyutlu olarak hayal edebileceğimi anladım bu gerçek bir görme olmasa da. Hatta biraz daha zorlayarak dördüncü boyutu düşündüm önceki meraklı amatör araştırmalarımı da anımsayarak. Dördüncü boyut ayaklı lambanın iç kesitini derinliğini görmek gibi bir şey olmalıydı. Buradan giderek beşinci ve belki de sonsuz boyut hayal edilebilirdi. Ama bunu yaşamak farklı bir şey elbette hayal etmekten. Sonrasında bunun bana pratik yararının olmadığının farkına varıp şu soruyu sordum; Bana ne kadar büyük bir boşluk, alan ya da mekan gerekir akıl yürütmem ve hayallerimi kısaca beynimi tatmin etmek için. Öyle ya, aklım ve hayallerim halen fiziken ulaşabileceğinden her zaman çok daha ötesine erişebilmekte. Bugün için insanın fiziken ulaştığı en uzak mesafe ay olmasına rağmen aklı ve hayalleri bu mesafeyi adeta milimetrik kılmakta. Bırakalım aklı ve hayali mevcut teknoloji ile gözlem yeteneğimiz dahi bu mesafeyi ezip geçmekte. Tabi iki boyutlu olarak ama sanal olarak değil. Sonra şöyle düşündüm, aslında fiziken üçüncü boyutun ilerisine, bu denli uzağa gitmeye de gerek yok mesafe açısından, akletmeyi ilerletmek için zira en yakınımızdaki cismin ileri (dördüncü, beşinci, vs.) boyutlardaki hali aslında kozmosun kendisi değil mi? Tüm bunların üzerinde zamanın ve değişimin sürekliliğini de hesaba katınca bu durum beni varoluşumun aslında bir trajedi olduğu ve varlığımın da sonsuzlukta nasıl hapsolduğu düşüncesine sürükledi. İnsanlık adına bunca teknolojik gelişme, buluşlar, varlıksal, imgesel, var olan ve aklettiğim her şey ise beş duyunun tatmininden öte bir işe yaramıyor beynimi bu tür akıl yürütmelerden alıkoyup oyalamanın dışında. Tıpkı şu an sabaha erişmem ve işe gitmek üzere hazırlanmam rutinine geri dönmem gibi. Saat 06:58- Tarih 19.10.2017 Mekan: Kanepe-Salon-Ev-Ümitköy- Çankaya-Ankara- Türkiye- Dünya- Güneş Sistemi- Samanyolu Galaksisi- Bilinen Evren...

2 Mayıs 2014 Cuma

Foça 1914: Bir arkeologun gözünden “1913-1920 Félix Sartiaux’nun İfadesi” adlı Yunanca-Fransızca iki dilde hazırlanan ve 2008 yılında yayınlanan kitapta toplanan 1913-1914-1920 yıllarına ilişkin Sartiaux’nun çekimini gerçekleştirdiği mükemmel kalitedeki 150 kadar fotograf aynı zamanda, Foça’da Haziran 1914’te yaşanan olayların eşi olmayan sıra dışı tanıklıklarıdır. Tesadüfen bulunan bu görseller Sartiaux’nun notlarında da ifade edildiği gibi yıkımdan önce şehirdeki yaşamı ve Osmanlı-Rum nüfusun 24 saat içerisinde acımasızca kovuluşunu göz önüne sermektedir. Esasen bir demiryolu teknik elemanı ve arkeolog olan Felix Sartiaux (1876-1944), Foça’daki kazı alanlarında Fransız hükümeti tarafından görevli olarak bölgeye 1913,1914 ve 1920 yıllarında üç kez ziyarette bulunmuş, 1914 tarihli gezisi aynı yılın Haziran ayında meydana gelen olaylar nedeniyle kesintiye uğramıştır. Kitap, 2013 yılı yazında nerdeyse 15 yıldır müdavimi olduğumuz Foça’da benim elime de geçti. Sonrasında internet üzerinden yaptığım taramalarda da konuya ilişkin farklı değerlendirmelere ulaştım. Böylece Foça’da 1914 yılında yaşanan ve tarihimizde pek izi bulunmayan olayların 100 yıl sonra tanığı olabildim. Her yıl içinden denize girdiğimiz şehrin bu sahillerinde 1914 yazında yaşanan dramatik olayların farkında olarak gezinmek artık bir burukluk nedeni. Konuya açıklık getirecek farklı kaynaklara erişene kadar bu yazıyı yazmayı ertelemiştim. Konuya ilişkin bilgi içeren bir diğer kaynak ise bugünlerde yayınlanan Emmanuil Emmanuilidis’in “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yılları” isimli kitabı oldu. Böylece 1914 yılında Foça’da olan biteni kendi adıma tarihe not düşme adına söz konusu tanıklıkları yazıya dökmeye karar verdim. Emmanuilidis’e göre: Balkan Savaşı sonrası Anadolu’ya başlayan Müslüman göçüne dayanarak 1913 yılında Rum’lara karşı bir ticaret boykotu başlatıdı. Boykot İstanbul ve İzmir dışında çok daha etkili oldu. Daha sonra ise Bulgar işgali altında yıkıma uğrayan Müslüman ahalinin bu zararından yerel Rumlar sorumlu tutuldu ve zararın Hıristiyanların mallarından karşılanması uygulaması başladı. Benzer uygulamalar Anadolu’da da gerçekleşti ve Balkanlar’dan göç eden Müslüman mültecilere polis ve jandarmanın organize ettiği iddia edilen çetelerin de katılmasıyla İzmir ve çevresi, Çeşme Yarımadası ve Foça sahilleri ile Bergama bölgesi boşaltıldı. Buraların Rum halkı, panik içinde yerlerini ve mülklerini terk ederek Yunanistan’a kaçmak için araç bulmaya çalışırlarken Sereköy (Gerenköy olmalı), Foça ve İngiliz Adası’nda olaylar katliama dönüştü. Felix Sartiaux’a dayanan bir başka kaynak da Emre Erol’un “A Multidimensional Analysis of the Events in Eski Foça on the period of Summer 1914” başlıklı makalesidir. Makalede 1914 yılının Haziran ayında yaşananlar Sartiaux’un kazı ekibinden Charles Manciet’nin tanıklığına dayanılarak şöyle aktarılmaktadır: “1914 yılının 11 Haziran’ında saat 18:30 civarında Yunan dostu arkeolog Felix Sartiaux’nun kazı ekibinden Charles Manciet, Foça bölgesinden Osmanlı Rumlar’nın zorla çıkarılmasına tanıklık etti. O akşam Manciet, Eski Foça Menemen yolu yakınında çalışmaktaydı. Bu sırada ellerinde yükleriyle uzun bir konvoyu görünce şaşırdı. Bunların Gerenköy’den (Bugün Foça’nın aynı adlı bir beldesi) kaçan ve Eski Foça’ya sığınmaya çalışan Osmanlı Rumları olduğunu öğrendi. Manciet’nin o gün sığınma arayan "Osmanlı Rumları"nı görmesi özellikle önemliydi çünkü bu sırada Eski Foça’da kovalama henüz başlamıştı. Bu, Eski Foça’da ülkenin diğer bölgelerine göre vahşetin yoğunluğunu açıklıyordu. Zira Eski Foça (ve Yeni Foça) Osmanlı Rumlarına yönelik temizliğin son gerçekleştiği ve diğer pek çoklarının sığındığı yerdi ve bu durumun nedeni sığınmacıları en yakın güvenli bölge olan Ege adalarına (Midilli ya da Sakız) taşıyacak araçların yetersiz olmasıydı. Manciet’ye göre ertesi gün (12 Haziran 1914) kaçak çetelerin Eski Foça’ya gelmek üzere olduğunu düşünen insanların olağanüstü paniğine sahne oldu. Başlangıçta insanlar kendilerini evlerine kilitlediler, ancak sonra, öğlene doğru, yaklaşık 1000 kişi balıkçı tekneleri ve yelkenli kayıklarla Midilli’ye kaçtılar. Manciet ve Sartiaux insanların düşman henüz görünmeden eşyalarını yanlarına almaksızın kaçmalarına şaşırmışlardı. Akabinde, Sartiaux, Carlier, Dandria ve Manciet, Mülki İdareye giderek yaşamları ve eşyaları için ısrarla güvenlik talep ettiler. Kendileri için dört jandarma görevlendirilmesi üzerine evlerini Hıristiyanlar için sığınak olarak kullandılar ve 800-900 kadarını koruyabildiler. O gece saat 20:00 civarı, Manciet, Eski Foça etrafındaki dağlarda sessizce yürüyüşe geçen birliklerin silah seslerini duydu (düzenli ordudan bir grup olduğunu düşündü ancak değillerdi). Duyduğu iki farklı yönden gelen silah sesleri şehre yaklaşmakta olan iki farklı birlik olduğu izlenimi veriyordu. Öncesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yaklaşımı ile ilgili tartıştıkları gibi, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından organize edilen haydut ve yağmacı çetecilerin yavaş yavaş yaklaşmaları ve ateş etmeleriyle gayrimüslimler arasında panik uyandırılarak kendiliklerinden kaçmaları amaçlanmıştı. Manciet, iki birliğin gece boyunca ve sabah şehri yağmaladığını ve silah seslerinin kendi evlerine yaklaşmaya başladığını belirtiyor. Evlerini terk ettiklerinde ise hayal edilebilecek en utanç verici olayları hatırlıyor…Manciet, 13 Haziran gününün sabahında, silahlı atlı ve yaya grupların Eski Foça’yı işgal ettiklerini belirtiyor. Hıristiyanlar ise kıyıya koşmalarına rağmen ulaşım için geride artık hiçbir vasıta kalmamıştı. Bu nedenle insanlar evlerinde kendilerini savunmaya çalıştılar. Yağma niyetindeki çetelerin insanları evlerinden çıkmaya zorlamaları da durumu daha da kötüleştirdi. Manciet’in aktardıkları arasında yer alan vahşi bir sahne, bir Hıristiyan evine saldıran çetecilerin evini ve ailesini korumaya çalışan adamı ve daha sonra da karısının öldürüldüğü şeklindedir. Manciet’ye göre, limanın dışında demirleyen iki büyük buharlı gemi Hıristiyanlar için büyük şans olmuştu. Bu Fransızlar, (kendileri) anılan gemileri Hıristiyanları güverteye almaya ikna etmişler ve böylece çok sayıda kurban kaçma şansını yakalamıştı. Öğlene doğru, Manciet ve arkadaşları, yağma ve cinayetler karşısında dehşet içinde, o ana kadar bir şey yapmayan jandarmaları harekete geçmeleri ve şehri terk edenlere yardım etmeleri için tehdit ettiler. Korkutmaları sonuç verdi ve jandarmalar sahile ve buharlı gemilere ulaşmaya çalışanlara güvenli geçiş olanağı sağladılar. Manciet aynı zamanda yağmalanan eşyalarla yüklü develeri Eski Foça’ya yollarla bağlanan dağlara tırmanırken gördüğünü hatırlamaktadır. Bu görüntü, bu mezalimin aslında planlanmış olduğu düşüncesini desteklemektedir. Bu işi yapanlar her ne kadar can kaybından kaçınma adına dikkatli olsalar da ev sahipleri ile çetecilerle karşı karşıya geldiği şehrin bazı bölgelerinde öldürmeler gerçekleşti.” Emre Erol’un, sorunu Balkan Savaşı ve İttihat Terakki Cemiyeti bağlamında etraflıca değerlendirdiği makalesinde ayrıca, Manciet’nin yukarıda aktarılan gözlemlerini destekleyen, Şehrin Müslüman ahalisinden tanıklıklara da yer verilmektedir. Bu ifadeler genellikle Balkan “muhacir”lerini suçlar nitelik arz etmektedir. Ancak asıl vurgu tabi ki Balkan Savaşı trajedisi sonrasında İttihat ve Terakki’nin artık Anadolu’yu gayrimüslimlerden arındırma planını Teşkilat-ı Mahsusa eliyle uygulamaya koyduğu saptamasına yöneliktir. 1913’den başlayarak artık sürekli savaş ve müdafaa halindeki Osmanlı ordusunun cephe gerisini güvenceye alma zorunluluğuna dayanarak 1915’de uygulamaya konulan Ermenilerin tehciri kararının temelinde de bu düşüncenin bulunduğundan şüphe duymamak gerekmektedir. Olayların devamında İzmir’in 15 Eylül 1919’da Yunanlılar tarafından işgalinden yine bir Eylül ayında, 9 Eylül 1922 tarihinde kurtuluşa kadar büyük İzmir yangını da dahil olmak üzere yaşananlar, karşılıklı kinin beslediği benzer utanç verici olaylara ve çok acı anıların birikmesine yol açmıştır. Çöken imparatorluğun yıkıntıları altında, geçmişte bir aradayken zamanın ruhu gerektirdiği için düşman olanların bu trajik kırışmasının, işinde gücünde yaşam süren insanların hayatlarında yol açtığı acılar, ebedi miras olarak belleklerin derinliklerine kaydedilmiştir. Ancak aradan 100 yıl geçtikten sonra geriye dönüp bakıldığında, her ne gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın insan onurunun kabul edemeyeceği suçların açığa çıkması ve vicdanlarda mahkûm edilmesi gerekmektedir. Tıpkı o günlerde vicdanlarının sesini dinleyen ve adları resmi olmayan tarihin sayfalarında kayıtlı bazı yerel idareci ve komutanlar gibi. Böylesi bir gereksinimin siyasetten öte vicdani yükünün herhangi bir karşılık beklentisi içinde olmaksızın var olduğunu kaydetmeye bilmem gerek var mı? Kaynaklar http://ceb.revues.org/911 http://vimeo.com/68046973 http://en.calameo.com/read/000674853a334852d12e3 http://ceb.revues.org/874

9 Kasım 2013 Cumartesi

Bir garip suikast davası

"Başbakanımızı yedirtmeyiz” jargonu etrafında yığılanların sergiledikleri akıl tutulmasına ibretle şahit olunurken, geleceğe dair umutların gölgelendiği bugünlerde, bir vesileyle “Cumhuriyetin Kurucu Kuşağı” tabiri çerçevesinde araştırma yaparken rastladığım ilginç ve pek az bilinen bir tarihi olay bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Olayın ilk bilgilerine ise Afet İnan’ın kızı Arı İnan’ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan “Tarihe Tanıklık Edenler, Cumhuriyetin Kurucu Kuşağıyla Söyleşiler” kitabında, dönemin Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ile yapılan söyleşi kısmından eriştim. 1936 yılının 7 Şubat tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında, olayın bir safhası şu başlıkla duyuruluyordu: “Ali Saib’in tecziyesi (cezalandırılması) istendi. Suikasd davasına dün de bakıldı ve iddianamenin okunması 6 saat sürdü.”Savcı Baha Arıkan’ın (CHP Genel Sekreterliği ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan Saffet Arıkan’ın kardeşi) iddiasına göre; içlerinde milletvekili Ali Saip Ursavaş’ın da yer aldığı zanlılar Atatürk’ü ve onun şahsında cumhuriyeti yıkmak istemişlerdi ve haklarında Türk Ceza Kanunu’nun 168 inci maddesi gereğince 10 seneden az olmamak üzere ağır hapis cezası istenmekteydi. Gazetenin başlığı altındaki açıklamaya göre; “Suikasd davasına bu sabah saat onda Ağırcezada devam edildi. Ajan İzzetin geçen kapalı celsedeki ifadesi üzerine biri kadın, biri erkek iki şahidin ifadeleri alındı. Mahkeme bu şahidlerin gizli celsede dinlenmesine karar vermiş olduğundan salonda dinleyiciler bulunmadı…” Davanın aleni görülen öğleden sonraki celsesinde ise zanlıların sorgusunun ardından iddianamenin okunmasına geçildi. Savcı iddiasını rejime karşı bir girişim olarak şu şekilde temellendirmekteydi: “…Davamız niçin rejim davasıdır? Çünkü; Atatürke el kaldırmak istenmiştir. Binaenaleyh her şeyden evvel Atatürk nedir? Ve kimdir? Bunu bilmek lazım…Bunun için Atatürk’ü kendi görüş zaviyemden izah etmekliğim lâzım gelir. Ben Atatürkü bizim gibi yiyen, içen fizyolojik bir mahlûk olmaktan daha başka bir mevcudiyet olduğuna kaniim. Bence Atatürk bir şahsiyeti maneviyedir. Her camianın varlığından süzülerek ortaya çıkan bir manevi benliği vardır. İşte Atatürk bence 17 milyon Türkün maddi ve manevi varlıklarının süzülmüş bir benliğinden başka bir şey değildir.Atatürk Türkiye ve Türkün bizzat kendisidir; maddi ve manevi bütün vatan mefhumileTürkiyedir.Türkiye nedir? Bütün dünya muvacehesinde “daima ileriyi ideal edinen; yürüyen bir rejim ülkesi değil mi? Şu halde Atatürkün Türkiye ve Türkiyenin rejim mefhumlarile birleşmesi dolayısiledir ki davamız büyük bir rejim davasıdır. İşte davamız böyle bir dava olduğu içindir ki davacı sıfatile karşınızda yalnız ben bulunmuyorum. Karşınızda benimle beraber davacı olarak Türkün büyük kütlesi vardır. İstiklâl Muharebesi şehidleri davacıdır. Dağarcığı omzunda, tarlası başında çalışan Türk delikanlısı davacıdır. Askerdeki nişanlısına çevre ören Türk kızı davacıdır. Türkiye’nin dağları; taşları davacıdır. Bütün Türk; bütün Türkiye davacıdır. Bu davacıların elleri huzurunuzda bulunan şu adamların yakalarındadır. İşte davamız bunun içindir ki büyüktür. Vereceğiniz karar bunun için büyük olacaktır. Tarih sizlerden; verdiğiniz kararlardan bahsederken büyük hakimlerin büyük kararı diye bahsedecektir. Rejim; sizin vereceğiniz kararla bir kat daha kuvvetlenecektir. Türk inkılâbı bu kararın aydınlatacağı yolda kendisini dünden daha emin; daha kuvvetli sanacak ve öyle yürüyecektir.(Cumhuriyet Gazetesi , 7 Şubat 1936, s.7).” Savcının yukarıda romantik temeli özetlenen iddianamesine karşılık zanlıların avukatı Hamid Şevket, Gazetenin 18 Şubat 1936 tarihli sayısında aktarıldığına göre savunmasına şöyle başlamıştır: “Bu dava müddeiumumilik makamını işgal eden Baha Arıkanın elile mihrakını, şirazesini kaybetmiştir… Yeminle temin ederim ki Baha Arıkanın mütaleası bu memlekette revaç bulduğu gün hakkı teneffüs kalmayacaktır. Bir dilek, sadece bir dilek bir adem olacak bütün evler yıkılacaktır. Baha Arıkan bir tek delil göstermemiştir…Bay başkan adaletin bağrı sizin ellerinizde delinmeyecek, adaletin göksü şişirilecek, Türkiye Cumhuriyetinin, Atatürk Memleketinin; Atatürk kanunlarının hükmü yaşıyacaktır.”” Müdafaa vekili iddia makamının mütealalarının kendisine adaletin beynine kurşun sıkar gibi geldiğini; müekkilleri aleyhinde hiçbir delil ve hiçbir karine bulunmadığını kaydederek sözlerini şöyle bitirdi: “İnsafın makamı iddiada namı yok mu? Suikast davasına ilişkin detaylara girilmeksizin yukarıda özetlenen iddia ve savunmaya karşılık, davayı gören Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı savunmanın yapıldığı 17 Şubat 1936 günü kararını açıklamıştır. Söz konusu karar ertesi günün Cumhuriyet Gazetesi’nde manşetten “Suikast Maznunları Beraat Ettiler” başlığı ile duyurulmuştur. Gazeteye göre, müddeiumumi yeniden bir iddianame okumuş, mahkeme beş buçuk saat süren bir müzakereden sonra maznunların (zanlıların) beraat kararını tefhim etmiştir (bildirmiştir). Karara göre, zanlıların sonradan inkar ettikleri itirafları maddi delile dayandırılamadığı sürece bir görüş oluşamayacağından bu karara varılmıştır. Gazeteye göre karar özeti: “ikrar delâili maddiye ile tevsik edilmedikçe bir kanaat tevlit edemiyeceğinden ve suçluların ikrarları da maddi delillerle tevsik edilemediğinden ve esasen suçlular zaruri ahval tahtında itiraf ettiklerini söyledikleri ve bunun aksinin de sabit olmadığı ve bundan başka mantıki seyir de suçluların itiraflarının doğru olmadığını gösterdiği cihetle ifadeler arasındaki mübayenet (uyuşmazlık) mahkemenin kanaatini temin ve kanaati vicdaniye tehassul ettirmemiş olduğundan bütün suçluların beraetlerine karar verilmiştir.” Bunun üzerine mevkuflar (tutuklular) aynı gece tahliye edilmişlerdir. Mahkeme kararından anlaşılan, zanlıları suikastle suçlayacak maddi delillerin bulunamamasının yanı sıra başlangıçta yaptıkları ve sonradan zor altında oldukları gerekçesiyle geri döndükleri itiraflarının, yapılan sorgularla ve alınan ifadelerle mantıklı olarak desteklenmediğidir. Sonuç olarak, 5 ay civarında süren mahkemede, zanlıların kendilerine atfedilen suçu işlediklerine dair şüpheden öteye gidecek somut bir bulgu ortaya konulamadığı anlaşılmaktadır. Bu davanın garipliğine işaret eden pek çok nokta bulunmakla birlikte bunlardan bir tanesi, zanlılar arasında yer alan milletvekili ve Şark İstiklal Mahkemesi üyesi olarak da görev yapmış olan Ali Saib’in Atatürk’ün yakınında ve güvendiği bir kişi olmasıdır. Öyle ki 10.12.1934 tarihinde kendisine soyadını “ Kozan, Urfa, Savaş, Fransız, Kazandı, Büyük Ün Kazandı Saylav oldu. Bana (Atatürk’e) yakından yardım etti. Yardım etti. Bugün de Atatürk’ün ulusal dileklerinin candan çalışanı söz verdi. Ölünceye kadar bu yolda çalışacaktır. Savaşta beraber olacaktır. Ali Saip – Ursavaş oldu.” diyerek Atatürk vermiştir. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 1934-1935, Cilt 27, Kaynak Yayınları). Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’a göre, söz konusu dava sürecinde de Ali Saip bir vesileyle Atatürk’e bağlılığını bildiren bir telgraf çekmiş, karşılığında da Atatürk’ün şahsına olan güvenini teyit eden bir cevap da almıştır (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s.369). Bu gelişmeler sonrasında Atatürk 20 Ekim 1935 tarihinde, Türkiye Riyaseticumhur Umumi Katipliği aracılığıyla “Ajansa: Atatürk’ün Teşekkürleri” başlıklı şu telgrafı çekmiştir: “Son yağınç (suikast) teşebbüsü dolayısıyla yurdun her bucağından, ulusal kurum ve orunlardan (makam, mevki)birçok teessür telgrafı aldım. Büyük milletimin bana karşı gösterdiği derin ilgi ve sevgiden kıvanç duydum. Hizmetinde bulunmakla övündüğüm asil milletimize şükran ve saygı duygularımı sunar ve ona sonsuz mut ve genlik (refah)dilerim.” Söz konusu davanın; içeriğine ve zanlıların kimlikleri, kökenleri ve bağlantlarına dair bazı detaylar ile sonuçlarının gerek Atatürk ve gerekse çevresindekilerce İzmir suikastinden yaklaşık on yıl sonra hangi koşullarda ve nasıl yorumlandığını, bir başka yazının konusu yapmayı umuyorum. Ancak öncelikle Atatürk’ün millete teşekkür telgrafından suikast girişiminin varlığından şüphesi olmadığının anlaşıldığını söylemeye gerek yok sanırım.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 Kongresi


Konu, 1908 devrimi sonrası iktidara gelen İttihat ve Terakki hükümetlerinin Anadolu’nun Türkleştirilmesine yönelik karar ve uygulamalarını takip eden tehcir olayı ve bunun ortaya çıkardığı sonuçla ilgilidir. Ortaya çıkan sonucun “mukatala” ve “soykırım” terimleri üzerinden tartışılması, ve bu terminolojik mücadelenin dayandığı eylemlerin delillendirilmesine yönelik ilgi ülkemiz gündeminde zaman zaman parlayan ve giderek artan bir yoğunlukta yer almaktadır. Daha ziyade magazinel boyutuyla ortaya çıkan hararetli tartışmaların yanı sıra gerçeğin belirlenmesine yönelik arayışlara temel olabilecek akademik nitelikteki çalışmalar kuşkusuz değerini korumaktadır.

Bu anlamda konuya ülke dışından ve içinden bakışlar arasındaki farklılık aşikâr olup yukarıda değinilen terimler bunun belirgin ifadeleridir. Özelde İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 Kongresinde alınan karara dair bakış açıları da bunun bir örneğini oluşturmaktadır. 1926 tarihli “United and Independent Turania- Aims and Designs of the Turks” isimli kitapta anılan kongre ile ilgili şu saptama dikkat çekmektedir: “Ermeni sorununu ve onun eşsiz karakterini anlayabilmek için bir yabancının, her ne kadar 1911 Selanik Kongresi’nde imparatorluğun Türk olmayan unsurlarının “gerekirse silahlı güçlerle” Türkleştirilmesine ilişkin alınan gizli kararı hatırlaması gerekir ki bu karar tüm unsurlara yönelik olsa da bazılarına uygulanabilir nitelikte değildi. Arnavutlar, Makedonlar ve Araplar gibi bazı Türk olmayan milletler coğrafi olarak çevresel bir konumdadırlar. Araplar ise sadece çevrede değil aynı zamanda sayısal olarak da Türklerin üzerindedirler.” (s.11). İttihat ve Terakki tarihine ilişkin bu bakış açısının genel anlamda ülkede yapılan çalışmalarda dikkat çekmediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer taraftan konuya içeriden birisi olarak aynı zamanda dışarıdan bakan ve bu özelliği ile tartışmalı bir isim olan Taner Akçam’ın konumu farklılık göstermektedir. Akçam’ın 2007 tarihli “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur-Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar” isimli kitabında şu tez ileri sürülmektedir: “Çalışmada göstermeye çalıştığım önemli bir diğer husus, kamuoyunda ve bilim dünyasında çok yaygın olarak kabul edilen, eldeki Osmanlı belgeleri ile Alman, Amerikan ve Avusturya vb. yabancı arşiv belgeleri arasında çelişki olduğu, bu arşivlerin muhteva olarak farklı bilgiler içerdiği tezinin doğru olmadığıdır. Bu çalışmanın merkezi tezlerinden birisi, Osmanlı arşiv malzemeleri ile Batı arşiv malzemeleri arasında, bugüne kadar iddia edilenlerin aksine, bir çelişki olmadığıdır. Değişik arşivler, esas olarak birbirini destekleyen ve tamamlayan bilgilere sahiptirler ve aynı tarihi olguları değişik perspektiflerden anlatmaktadırlar.” (s.12-13). Akçam’ın 2004 tarihli ve Türkçe’ye çevrilmemiş olan “From Empire to Republic-Turkish Nationalism & The Armenian Genocide” isimli kitabında ise İttihat ve Terakki’nin 1911 Kongresine ilişkin olarak şu değerlendirme de yapılmıştır: “.… bazı yabancı kaynaklarda Türkçülüğe muhalif tüm fikirlerin bastırılması kararı burada uygulamaya konulmuştur, hatta Ermeni soykırımına ilişkin kararın burada alındığı bildirilmektedir. Ancak, halen bu bilginin geçerliliğini doğrulayan başkaca bir bilgiye sahip değiliz.” (s.29).

Diğer taraftan İttihat ve Terakki’nin yukarıda değinilen karar ve uygulamalarının merkezinde “Osmanlıcılık” kavramı üzerindeki tartışmalar önem arz etmektedir. Nitekim Akçam aynı kitabında “Osmanlı” kavramının oldukça muğlak olduğunu belirterek, İttihat ve Terakki’nin “Osmanlıcılık” algısının imparatorluktaki tüm unsurların şu üç sütun üzerinde birliğini sağlamaktan ibaret olduğunu ifade etmektedir: İslamiyet, Türklük ve Halifelik (s.28). Buna istinaden, Akçam dönemin Tanin Gazetesi’nde yayınlanan kongre raporundan şu alıntıyı yapmaktadır: “Anayasanın bahsettiğimiz maddelerine bakılırsa: Osmanlılığın tüm haklarının, milli birlik ve vatanın bütünlüğünün, İslam dininin, Türk dilinin, İslami yargı düzeni ve geleneğin, kutsal Halifeliğin, Sultanın ve sarayın ve aynı zamanda Şeyhülislamlık makamının tüm haklarıyla teminat altında olduğu görülür.” (Akçam, 2004, s.28)

Akçam bu rapordan hareketle, şu saptamayı yapmaktadır:“Bununla birlikte, Merkezi Umuminin raporu göstermektedir ki, İttihatçılar Osmanlıcılığı ülkeyi İslam doğrultusunda Türkleştirme politikası için bir sahne olarak kullanmıştır.” (Akçam, a.g.e, s.29). Bu yorumu destekleyen bir diğer saptamayı da Tarık Zafer Tunaya yapmaktadır. Türkiye’de Siyasi Partiler isimli kaynak kitabında Tunaya, yine 1911 tarihli kongreye atıfla “…Osmanlılık İttihatçılar için her biri merkeze pamuk ipliği ile bağlı -aslında kopmuş yapay birliği sürdürmek amacıyla hiçte gerçek ve içten olmayan resmi bir ideoloji olmuştur…İttihat ve Terakki, parlamento içi ve dışı çalışmalarıyla bir kadroya gitmiştir. Osmanlıcılık, devleti korumak için bir maskeydi, o kadar.(s.305-307.)

Anılan Kongre’de alınan kararların metni ve benimsenen siyasi program “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1911 Kongresi Belgeleri” adıyla Servet-i Fünun’un 1912 Yıllığı kaynak alınarak Mete Tunçay tarafından Tarık Zafer Tunaya’ya armağan olarak 1992 yılında yayınlandı. Belgenin kararlar kısmında yer alan sert ifade, Kongre’nin Trablusgarp meselesinin de etkisi altında içinde bulunduğu gerginliği yansıtmaktadır: “…İttihat ve Terakki siyaset-i dahiliyesinde evvelâ memleketi bilâ tefrik-i cins ve mezhep aynı ağuş-u şevkate almağa çalışmış ve herkesi Osmanlılık kelime-i ittihadına cem’ etmeği en mukaddes vazife bilmiştir. Osmanlı bayrağı karşısında kalbi helecan-ı hamiyetten çırpınan her bir Osmanlı, İttihat ve Terakki’ye en fedakâr bir hâdimedir.Bu bayrağın şan ve azametini jeng-dâr (kirletenler) edecek edvar ve ahlâka malik olanlara gelince, bunlar bu bayrağın şerefine tecavüz etmekle, aynı zamanda İttihat ve Terakki’ye ilânı harp etmiş kimselerdir. Bunlar bizden değildir ve olamazlar. Evlâd-ı vatanı müttehit (birlik olarak) görerek vatanın terakkisini temin etmeği gaye-i amâl edinen İttihat ve Terakki bu maksada haim kaffe-i (bütün) efrada ve anasıra (unsurlara) seniye-i muhabbet ve himayetini küşade kılmıştır. Sui-tefehhümlerle (yanlış anlama) İttihat ve Terakki’den muğber (gücenme) olanlar nihayet bir gün hakkı anlayarak İttihat ve Terakki’nin ittihat ve aheng-i efkâr maksadıyla ne büyük fedakârlıklar gösterdiğini takdir edeceklerdir. Mevcud sui-tefehhümlere rağmen İttihat ve Terakki takip eylediği tarik-i itilafta devam edecek ve nihayet esası çürük, bi-had ve hesap köftehorların tarih-i millimizde hiçbir kirli iz bırakmadan silineceğine kani olduğu halde maksad-ı mübeccelinde (yüce) devam edecektir. Her zaman muhtaç olduğumuz ittihada, o yegâne kuvvetimize hakipay-i Osmani’nin (Osmanlı Toprağı) şu geçirdiği devre-i elim-i imtihanda her vakitten ziyade muhtaç olduğumuzdan, fırkamızın Trablusgarp meselesinde hissiyat-ı milliyemizi muhil (sakatlayan) hiçbir suret-i tesviyeyi kabul etmemesi ve ancak bu hissiyat-ı mukadddesenin tamamı-i muhafazasını rehber-i icraat ittihaz eden bir kabineye kelimenin bütün mânâsıyla müzaheret (çalışma) eylemesi esasları bil kabul bütün Osmanlılar namına ittihat ve cihat peymalarıyla (yemin) kongreye hitam vermiştir.” (s.561-562). Bu ifadeler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin aleyhindeki akımlara karşı ulaştığı keskinliği göz önüne sermektedir.

Tüm bu ön saptamalardan sonra, konuya olan merakımın neden öncelikle İttihat ve Terakki’nin kongreleri ve öncelikle de 1911 tarihli olanı üzerine yöneldiği anlaşılabilir sanırım. Bu noktada, dönemin özelliklerini, iç ve dış koşulları, siyasi yapıyı ve ilişkileri tahlil eden çalışmalara atıf yapmadan önce Taner Akçam’ın 2004 tarihli kitabında referans gösterilen 1911 tarihli Kongreye ilişkin Merkezi Umumi Raporu’nun yayınlandığı Tanin Gazetesi’nin ilgili kısmının Türkçe’ye aktarılması benim için heyecanlı bir uğraş olduğunu belirtmem gerek. Bazı eksikliklerine rağmen elimdeki olanakları zorlayarak bu kısmi aktarımı yapmış olmaya önem veriyorum. Şöyle ki:

“TANİN - 28 Eylül 1327 - Numara 1116

Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti 1327 Kongresi’nde Katibi Umumi tarafından kıraat olunan Merkezi Umumi Raporu hülasasıdır. Dünkü nüshadan mabad.

Geçen sene kongresinin bize çizdiği üç nokta esasiyeden biri -ki klüplerin bir amili temeddün (medenileşme) terakki olması hakkındaki emele daha derin ve daha vasii bir cereyan verebilmek maksadıyla dünki nesle gece dersleri: nesli cedide mektepler küşadıyla (açılışıyla) hidmede devam edilmesi kararıdır. Hemen bâ-cümle kulüpler tarafından mebsutı (yayılmış) mütezâyid (çogalan) bir indîm (kendine göre) ve mücahede ile kemâ kâne (eskisi gibi) tatbik olundu. Ve yalnız bu noktada iktifa olumayarak pek çok kulüpler irşadiyeleriyle (yol gösterme), neşriyatlarıyla, dar-ul sanatlarıyla, şiir kıtalarıyla, muavenet şefkat kâreneleriyle memlekete cidden nafi (faydalı) hidmetlerde (hizmetlerde) bulundular. Fakat geçen sene kongresinde tezkir olunan üç nokta esasiyeden ikincisi- ki hukuk iklimine riayetle beraber Meclisi Milli’nin hayatı teşri’îyesine (kanun yapma)- bir cereyan intizam vermek vazifei ulviyesinin duş iktidar ve mesuliyetini alan İttihat ve Terakki ekseriyet fırkasıyla cemiyet arasındaki münasebet …… tabiiyenin tahkim ve tayini emrindeki mukarrerat (kararlaştırılan) ve mevâdd (maddeler) nizamiyedir- bunlar sizin ve bizim isteyeceğimiz bir mahiyette emirdar olamadı.

Açılan müzakerat safhasının tetkikinden ve dahi 20 Kanun Evvel 1326 tarihinde merkeze yazdığımız çünki [Meclisi Mebusan küşadıyla] tamimnameden anlaşilacağı vehicle ekseriyet fırkası için geçen seneki kongrenin aksâ-yı (enson) temenniyatı olan hayat-ı teşri’îyeye (kanun yapma) bir …… intizam vermek vazaifi ulviyesi hakkıyla tecelli edemedi.

Ekseriyet fırkasıyla haricindeki efradı mebusanda vatan ihtiyacatı ne olduğunu bilir fedakar ve hamiyetli olanlar da mevcut olup insanları menafi şahsiyeden ihtirasat-ı nefsaniye (garez) ve hatiât-ı (günahlar) adiye ile içtihada gayri müsibetten kamilen (tamamen) tahlis (kurtarılma) ve tenzih (hatadan uzak sayma) dahi mümkün değil ise de bu seneyi içtimaiyede dahi bazı mebusların yine bir takım gaflet ve hatalara duçar olacakları hiç de zannedilmezdi.


Milletin binlerce ihtiyacı berdevai (sürekli) tazmin beklerken Meclis …. günlerini kaybetmemesi fırkada kuvve irtibatiye ve metanet fikriyenin mevcudiyeti faaliyet ile isbat etmesini hamiyet ve fedakarlığın gösterilmesini rica ettik Bir vahdet (birlik) ve salabet (sağlamlık) gayri mütezelzile (sallantı) ibraz varasi edememeye başlayan kuvve teşriideki (kanun yapma) ekseriyetin bu keşmekeş ef’âl (işler) ve etvârı (tavırları) arasında … geçen sene kongresinin temenni ettiği [millet ve memleketin pek ziyade muhtaç bulunduğu ve osmanlılık ve… siyasiyesinin suret…. istilzam (gerekme) eylediği esâasât içtimaiye (sosyal) ve medeniyeyi yed-i adaletle tesis ve tayin edecek adil ve kutlu bir hükümeti meşrute vücuda getirmek] maksadı dahi tesis edilemedi. Hükümetler kuvve teşriinin tezahürat mütehalife (uyumsuz) ruzmerresine (her günkü) tabi olarak kati ve ciddi icraat göstermekte daima matereddüt bulundular.

Heyetimiz bugün vukuat mukimmeye (…..) vesait mümkine mevcudesiyle kendiliğinden…..olmaya çalisti. Ahval-i umumiyeye dair edindiği malumat ile Meclis li hal içtimada iken fırkasını müzakeratın tatilinden sonra kabinedeki efradını resen ikâz ve ….gayret etti. Muhaberat cariye tetkik olunursa görülür ki fırka ile münasebetimiz hala ibtidalarda (başlangıçta) ve ….ahkâm (kanunlar) nizamiyeye alışamamak mazeretiyle çok sathi cereyan etti.

Meclis hin-i küşadında (açılış) ekseriyet teşkil eden ihvanımızın bir senelik vakay-ı cariye ile beraber Girit meselesi ve ahiri serezde (…..) zuhur olan Trablusgarp gailesi salahiyet ve ismi siyasiyeleriyle tetkik ve muhakeme edeceklerinden ve muhterem kongrelerinizce dahi dört sene müddet resmiyeye malik olan fırka ile onu tekrar ve daima intihab ettirecek cemiyet arasındaki revabıt (bağlar) ve münasebatın ….. tecelli ve idamesine ….. kuvâ-i te’yidine (kuvvetlendirme) a’dâd (adetler) olunacağından ümîdvâr olmak istiyoruz. Fakat biz öyle zannediyoruz ki icraiyede görülen endişe ve tereddütlerin illet (gerçek sebep) asîlesini (köklü) Meclis-i Mebusan’ın haleti rûhîyesinde aramak ve her şeyden evvel ekseriyet fırkamızda mücâhidîne ve fedakârane bir vahdet fikriye hissini temin eylemek iktiza (gerekli) eder. Geçen devre içtimaiyenin bu itibar ile pek müşevveş (belirsiz) kaçtığını tafsîle (açıklama) hacet görmeyiz.

Eğer heyeti muhterimeleri dahi geçen kongre heyeti gibi adil ve kutlu bir hükümeti meşruti vücuda getirmek maksadını muhafaza edecek ise re’s (tepe) iktidara gelecek kabinelerin kût (rızık) ve nüfûzunu artırmak ve bunun için de Heyet-i Mebûsân’ın ledel-iktizâ (gerektiği zaman) feshi salâhiyetinin doğrudan doğruya zat-ı hazreti padişahiye itasıyla Heyet-i A’yan’ın muafakat kaydını Kânûn-i Esasi’den çikarmak lazımdır. Bu taktirde nüfûz ve salâhiyet gayri müşevveşeye (belirsiz) malik olan bir kabine hakkında kanuna …. ettiği mesuliyet ve … nazariyesi daha şedid bir sutette tatbik olunur.

Binaenaleyh gelecek devir: intihabiye için bu ve emsali muadil nazarı dikkate alınmasını heyeti muhtereminizden rica ve bu devre içtimaiyede vazaifi vataniyelerini hükümete endişe ve muvazenesizlik vermeyecek surette ifa etmelerini de ekseriyet fırkası efradından temenni ve intizar eyleriz.

Geçen devre içtimaiyede duçar (düşmüş) olduğumuz teşettüt (ayrışma) yalnız kuvâ icratiye ile kuvâ teşrii arasındaki muvazenesiz akıl mahsulü olan tereddütlerden endişelerden ibaret kaldı.

Ekseriyet fırkasının sinesinde dahi içtihad ihtilaf şeklinde tefrika (bozuşma) ve inhilal (dağılma) cerihaları (çürüklükler) revnümâ (kendini gösteren) oldu ki biz vatanın selameti umumiyesi namına büyük tehlikeyi burada gördük.

Yalnız bizim değil bütün Alem-i Osmaniye’nin terakki cüyanesi (yakışır olanı) fırkamıza in’itaf (meyil) ediyor ve her feyz ve bereket evinden bekleniyordu. Geçen Nisan’ın onuncu günü idi ki Meclis-i Mebusan’daki İttihat ve Terakki Fırkası azası iki hizbe ayrılmış ve bir zaman itilaf ve ittihad bulmak emeliyle çalisan efradının inzimâm (katılma) himmetiyle (yönelme) ihtilaf vâki on maddelik bir programın kongreye irsâl-i (salıverme) şartıyla kabulü tarzında mebdel-i (başlangıç) îtilâf (uyuşma) olmuş idi.
Merkezi Umumi le-elhamd bu hadisede dahi kendisi nihayet ne düşen vazifeyi ifa etti ve cemiyetin makasıd (maksatlar) ve mesalik (meslekler) maksidesinden fedakarlık edilmesine ve milletin yegane nokta istinâdı (güvenme) olan bir fırkada inhilal (dağılma) ve gaile (dert) hükmünün ve memâlikenin (memleket) anarşiye doğru yol almasına mani oldu. Ve nihayet gazetelerde de ……olduğu vecihle kısa bir beyanname neşrederek fırkayı yine kütle vahîd (yek) tanımaya ve hizb-i cedid ve hizb-i atik kelimeleri osmanlılık ve islamiyeti tefrikaya (ayrılma) düşürmek isteyen düşmanlar tarafından icad ve suiistimal edilmekte olduğundan bu gibi cereyanlara nihayet verilmesini talep ve fırka azasını vazifei ittihada davet eyledi. Zati fırka dahi itilaf ve ittihadı resmî ilan etmiş bulunuyor idi.

Sırf içtihadi bir ihtilaf mahiyetinde kalan hadise böylece on maddelik bir programın heyeti muhtereminize takdimi kararıyla bertaraf oldu. Maddelerin zahiren delâlet ettiği mana hiç de esasi bir fırkayı ikiye ayıracak bir kıymet ehemmiyette bulunmadığını heyet-i muhtereminizin tetkiki ile anlaşilabileceğine eminiz. Zira İttihat ve Terakki Fırkası’nın muhafaza ve idamesi için mücâhede (savaşma) edeceği esaslar bizce şunlardır:
Devlet ve milletin ünvân-ı resmîsi Kanunu Esasi’nin ekser maddelerinde (Osmaniye) suretinde tamamiyeti vataniye ve vahdet-i Osmaniye. Kanunu Esasi Madde 12.1
Devleti Osmaniyenin dini dini İslamdır. Kanunu Esasi 11
Devleti Osmaniyenin lisanı resmisi Türkçedir. Kanunu Esasi 18
Kavanın ve nizamatın tanziminde muamelatname evfak (en uygun)…./….zamani evfak ahkam ….hukukiye ile adat ve muamelatın esas ittihâzı ve cemaat muhtelifeye verilmiş olan imtiyazat mezhebbenin kemâ kâne (eskisi gibi) himayesi. Kanunu Esasi 11.118
Saltanat Seniye-i Osmaniye Hilafet Kübrai İslamiyeyi haiz olarak Sülalei Ali Osmandan usulü kademesi vecihle ekber evlada aittir. Madde 3
Sülalei Ali Osmanın hukuku hürriyet ve emval ve emlaki zatiye ve madâmel hayat (……..) tahsisatı maliyeleri tekafulü umumi tahdındadır. Madde 6
Hukuku mukaddese hazreti padişahi. Madde 7
Şeyhülislamın doğrudan doğruya tarf şahaneden intihab ve tayiniyle Heyeti Vükelaya duhûlu. Madde 28-29

Kanunu Esasi’nin söylediğimiz maddelerine müracaat edilirse Osmanlılığın tamamiyeti vataniye ve vahdeti milliyenin, dini İslamın, lisanı Türkinin, fıkıh şerife ve adabı İslamiyenin, hilafeti mukaddesenin ve zatı şahanenin ve selatin (sultan) hazretinin, makamı meşihatın (şeyhülislamlık) kâffe (bütün), hukukun mahfuz ve müebbet olduğu görülür.

Şu halde İttihat ve Terakki Cemiyeti bu esasatı tarihiyenin muhafazası şartıyla easat-ı inkilabiyeyi kabul ve ilan etmiştir. Hatta fikrimizce muhafazakârı olacağımız esaslar bunlardan da ibaret değildir. Merkezi Umumi’yi teşkil eden kardeşleriniz bu feridede beyan ettikleri tevzin (denkleştirme) kuvaye müteallik (ilgili) tadilatdan başka kâh …..devri intihabiye (seçim) için tanzimi dûş (….) hamiyetimize mevdu (tevdi) olan siyasi programımızda bu esaslara müteferri (dallanan) daha bazı tadilat teklifinde bulunmaya da karar verilmiştir ki teşkil buyrulacak encümene sırasıyla arz olunur. Bununla beraber Osmanlılığın temelleri demek olan bu gibi esasların muhafazası İttihat ve Terakki Fırkası’nı terakkiperver bir fırka mahiyetinden tecrit edemez. Muhafazakârlık ve terakkiperverlik mesleklerinden birine sureti mutlakada doğru olabilmek için eskilik ve bakilik mevhumlarından birini âlualâ talâkiye (ayırma) olması iktizâ eder. Hâlbuki adetin makbûl ve merdudi (reddolunmuş) olur yanı ki bid’atide (sonradan ortaya çıkan adetler) makbûl ve merdudi vardı. İlk doğru yol adeti makbule ile bidatı makbuleyi kabul etmek, adeti merdude ile bidatı merdudenin her ikisini de red eylemektir. Mabadı var.. “






20 Temmuz 2011 Çarşamba

KIBRIS ADASI İLE ANADOLU YARIMADASI ARASINDAKİ SİYASİ İLİŞKİNİN TARİHSEL BİR ANALİZİ

İÇİNDEKİLER


1. Giriş

2. Kıbrıs Adası’nın Jeopolitik Konumunun ve Kontrolünün Öneminin Değerlendirilmesi

2.1. Global Güç İngiltere’nin Sahneye Çıkışı ve Kıbrıs Adası’nın Önemi

2.2. Bölgesel Güç Olarak Yunanistan’ın Sahneye Çıkışı - Sevr Antlaşmasında, Kurtuluş Savaşı Sürecinde ve Lozan Antlaşmasında Kıbrıs

2.3 İngiliz Sömürge İdaresi Dönemi - İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş Dönemi - Türk Tezinde ve Londra-Zürih Antlaşmalarında Kıbrıs Adası

2.4 1960 Anayasası ile Kurulan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin Tıkanması ile Türkiye’nin Müdahalesine Giden Süreç ve Jeopolitik Nedenleri ve Sonuçları

2.5 Kıbrıs - Avrupa Birliği İlişkileri

2.6. Kıbrıs Adasının Avrupa Birliği - ABD Açısından Önemi ve Yeniden “Çözüm” Çabaları

3. Değerlendirme ve Sonuç



1. Giriş

Kıbrıs Adası tarihin ilk dönemlerinden itibaren jeopolitik önemine esir olmuştur. Otonom bir yönetime sahip olduğu kısa sayılabilecek bir dönem dışında özellikle emperyalizm çağından itibaren bölgede etkinlik sağlayan güçlerin kontrolü altında olmuştur. Bu nedenle coğrafi anlamda adeta uzantısı olduğu Anadolu ve Mezopotamya’ya sahip olan güçlerin gözü her zaman Kıbrıs Adası’nın üzerinde olmuştur. Böyle değerlendirildiğinde Anadolu’da kurulup genişleyen Osmanlı İmparatorluğu ve onun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti için Kıbrıs Adası her dönemde adeta kader birliği etmişcesine kritik önemde olmuştur.

Bu çalışmada Kıbrıs Adasının, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu için içerdiği jeopolitik önem çerçevesinde Anadolu Yarımadası (Anadolu) ile olan siyasi ilişkisi tarihsel bir perspektifte değerlendirilerek bazı saptamalar ortaya atılmış ve bu saptamaları doğrulayan tarihi bulgular analitik olarak ortaya konulmaya çalışılarak bu doğrultuda konu ile ilgili son gelişmeler geleceğe dönük olarak yorumlanmıştır.

2. Kıbrıs Adası’nın Jeopolitik Konumunun ve Kontrolünün Öneminin Değerlendirilmesi

Bu bölümde Kıbrıs Adasının Doğu Akdeniz ve Ortadoğuda gerek bölge ülkeleri, gerekse bölgede etkin olmak isteyecek global güç açısından önemine yönelik saptamalar tarihsel olgularla desteklenmeye çalışılacaktır.

Saptama I: Kıbrıs Adası Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğuda jeopolitik bir öneme sahiptir.

Jeopolitik kavramı; coğrafi politika, coğrafyaya dayanan politika ya da coğrafyanın yön verdiği politika olarak açıklanmaktadır(Kuloğlu 2004). Bir başka tanıma göre ise jeopolitik, “coğrafi bölgenin ve tarihi gelişmelerin etkisi altında değişen siyasi hayat şeklinin (yani devletin) üzerinde yaşadığı yer ile münasebetidir.”(1)
Bu açıdan değerlendirildiğinde Kıbrıs Adası coğrafi konumu nedeniyle gerek Doğu Akdeniz’e, gerekse dünyada üretilebilir petrol rezervlerinin %65’ini barındıran bölgeyi de kapsayan Ortadoğu’ya giden yolları kontrol eden bağlantısız bir liman ve üs niteliğine sahiptir. Yüzölçümü 9283 km2 olan Adanın, bölgenin önemli merkezlerinden olan uzaklığı bu önemini ortaya koymaktadır. Adanın:

- 100 km alanında bulunan merkezler; Türkiye ve Suriye sahilleri.
- 300 km alanında bulunan merkezler; Mersin, Şam, Beyrut, Hayfa.
- 400 km alanında bulunan merkezler; Antalya, İskenderiye, Amman.
- 600 - 700 km alanında bulunan merkezler; Ankara, Girit Adası, İstanbul, Irak, S. Arabistan.

Coğrafi konumu ve adaya olan uzaklıklar dikkate alındığında Kıbrıs Adası’nın Türkiye, Suriye, Mısır ve İsrail’in güvenliği açısından önemi gözardı edilemez boyuttadır. Ayrıca, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da etkin olmak isteyen global bir güç için de Kıbrıs Adası vazgeçilmez önemdedir.

Saptama II: Kıbrıs Adası, Anadolu’ya ve/veya Mezopotamya’ya hakim olan bölgesel gücün, bu gücün olmadığı ya da zayıfladığı dönemlerde ise bölgede çıkarı olan global gücün egemenliğinde ve/veya kontrolünde olmuştur.

İnsanlığın tarihine damgasını vuran iki olguyu tarım ve endüstrinin bulunuşu olarak niteleyen Sander’e göre uygarlıklar, tarım insan yaşamında başat geçim kaynağını oluşturduğu sürece yerel ya da çeşitli coğrafi bölgelerle sınırlı kalmış,

(1) Armağan Kuloğlu C. Houshofer’den aktarıyor.

endüstrinin ilkel biçimiyle olsa da başlamasıyla birlikte genişlemiş, modern teknolojinin ortaya çıkmasıyla evrensel ya da global bir nitelik kazanmıştır(Sander 1989 : 6)
Kıbrıs tarihi incelendiğinde adanın sürekli otonom (kendi kendini idare eder) bir yönetime MÖ 107-83 ile MS 1192-1489 arası dönemler haricinde kavuşamadığı görülmektedir. Son 3500 yıllık tarih diliminde adayı egemenliği altında bulunduran güçler insanlığın gelişimine ilişkin yukarıda belirtilen ayırıma göre aşağıdaki gibi sıralanabilir:

1. Tarıma Dayalı Bölgesel İmparatorluklar Dönemi (925 Yıllık Süreç);
- MÖ 1450 - 1320 Mısırlılar
- MÖ 1320 - 1375 Hititler
- MÖ 1375 - 1000 Mısırlılar
- MÖ1000-709 Fenikeliler ve Fenikeliler Kontrolünde - Grekler (Yunanistan’dan Göç ile)
- MÖ 709 - 569 Asurlular
- MÖ 569 - 525 Mısırlılar
2. Uygarlıkların Giderek Global Bir Nitelik Kazandıkları Dönem (959 Yıllık Süreç)
- MÖ 525 - 333 Persler
- MÖ 333 - 107 Makedonlar (İskender’in Hükümranlığı)
- MÖ 107 - 83 Kıbrıslılar
- MÖ 83 - MS 395 Roma İmparatorluğu
- 395 - 1184 Bizans İmparatorluğu
- 1184 - 1192 Haçlı Seferleri Dönemi (İngiliz Kralı Arslan Yürekli Rişar Hükümranlığı)
- 1192 - 1484 Luzinyan Hanedanı (Yerel)
3. Global Dünyaya Geçiş ve Avrupa’nın Dünya Egemenliğini Sağlaması Dönemi (Son 520 Yıllık Süreç)
- 1484 - 1571 Venediklilerin İdaresi
- 1571 - 1878 Osmanlı İmparatorluğu
- 1878 - 1914 Antlaşma ile Geçici Olarak İngiltere’nin İdaresi
- 1914 - 1923 İngilterenin İlhakı
- 1923 - 1960 İngiliz Sömürge Dönemi

- 1960 -1974 Kıbrıs Cumhuriyeti (1959 Zürih, Londra ve 1960 Lefkoşa Antlaşmaları ile kurulan ve 15 Temmuz 1974 Darbesi ile kaldırılan)
- 1975 - Türkiye’nin Müdahalesi ve sonrasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin İlanı

Yukarıda değinilen Saptama II’ nin desteklenmesine yönelik bulguların analizinde temel olarak “Global Dünyaya Geçiş ve Avrupa’nın Dünya Egemenliğini Sağlaması” olarak nitelenen dönem esas alınacaktır. Bu dönem etkin olduğu coğrafyada denizlere sürekli hakimiyet sağlayamayan karasal bir güç olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün ve sınırlarının doruğa ve dolayısıyla sonuna dayandığı, aynı zamanda ise, Batının (Avrupa ve sonrasında Kuzey Amerika) ekonomik, sosyal ve kültürel dönüşümünü tamamlayarak dünya egemenliğini ele geçirdiği dönemdir.

Kıbrıs adasına hakim olan güç Saptamada I’de belirtilen nedenle her devirde Akdenizdeki ulaşımı, ticareti ve güvenliği etkileme olanağına da kavuşmuştur. Nitekim adaya MS 1192-1489 arası dönemde hakim olan Luzinyan (Lusignan) Hanedanı döneminde (Fikret Alasya’dan aktaran)(2) Kökdemir’e göre ...Kıbrıs donanması Anadolu ve Suriye sahillerini mütemadiyen tahdit ediyordu. Hatta bir aralık Kıbrıs Kralı Piyer zamanında 1366 da İskenderiye bile az bir zaman için işgal olunmuş ve bu cür’et Kıbrıs adası, Kıbrıs sahillerinde yerleşmiş olan Venedik ve Memlükleri telaşa düşürmüştü (Kökdemir 1957: 12). Bu dönemin sonlarına doğru dışarıdan saldırılarla hanedanın egemenliği zayıflarken bir taraftan da Venediklilerin Kıbrıs’a müdahaleleri başlamış ve sonunda 1489’da ada Venedik idaresi altına girmiştir.

(2) Fikret Alasya, Kıbrıs Tarihi, Lefkoşa, 1939.

Benzer şekilde Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethinin nedenlerini belirtirken Kökdemir (1957) , Ragıp Hulusi Özmen’in çevirisi ile Herbert Adams Gibbons’tan şu aktarmayı yapmıştır: “Kıbrıslılar 14. Asır müddetince Anadolunun cenup kısımlarında kuvvetli bir tesir icra etmişlerdir. Gördüğümüz vehiçle, Adalya’yı (Antalya) birkaç sene ellerinde bulundurmuşlardı. 1360 da cenubi Anadolu beylerinin aralarında birbirlerine karşı o kadar tefrika ve husumet vardır ki Osmanlılardan ziyade korktukları Karamanlılara karşı Kıbrıs’ın muavenetine o derece muhtaçtılar ki, bir çok seneler haraçgüzar oldular” (Kökdemir 1957: 32). Buradan da anlaşıldığı üzere Anadolu’da birliğin olmadığı dönemlerde güçlü bir Kıbrıs Güney Anadolu’da etkili olabilmiş hatta bu bölgeleri haraca bağlayabilmiştir. Ayrıca yukarıda belirtildiği gibi Antalya Kenti 1361-1373 yılları arasında Kıbrıs Hıristiyan Krallığı’nca yönetilmiştir (Pitcher 2001: 59). Yine İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın bir çalışmasından aktaran Kökdemir, Kıbrıs adasının Osmanlı’larca fetih nedeni olarak “Akdeniz’in doğu kısmını tamamen kucaklayan Anadolu ve Suriye ile, Afrika’nın şimaline hakim Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sahiller arasında sefer eden ticaret gemilerine, Kıbrıs adasını bir üs olarak kullanan Venedik korsanlarının saldırmakta devam etmeleri” ne gönderme yapmıştır(Kökdemir 1957: 32).

Venedik egemenliğinin son döneminde Kıbrıs ile Anadolu arasında zaman zaman gemiler gidip gelmekle birlikte ada Anadolu ile sıkı bir ticari ilişki içinde bulunmamaktadır. Ancak fetihten sonra durum değişmiştir. Hem Suriye hem de Anadolu uzun süredir Osmanlı toprakları içinde bulunduğundan, Payas, Trablusşam (Suriye) ve Anadolu’dan asker, göçmen ve ihtiyaç maddesi getirilebiliyordu. Askeri açıdan Kıbrıs İstanbul’a “köşegen yol” olarak bilinen anayol ile bağlıdır(Faroqhi 2000: 106-107).

Osmanlı’larca fethinden önce 1489’dan sonra Kıbrıs’ı elinde bulunduran Venedik’liler, 1517’de Memluklara ödedikleri vergiyi, adaya karşılık olarak I. Selim’e (Yavuz) devretmeyi kabul ettiler (Pitcher 2001: 158). Bu padişahın torunu II. Selim döneminde gerçekleşen Kıbrıs’ın Osmanlı’larca ele geçirilmesi ise Temmuz 1570 ile Ağustos 1571 arasındaki yaklaşık bir yıllık sürede tamamlanmıştır (Kökdemir 1957: 49). Böylelikle 308 yıl Osmanlı egemenliğinin hüküm sürdüğü Kıbrıs Adasında bu dönem sükûnet dönemi olarak tanımlanmaktadır (Zia 1975: 8).

2.1 Global Güç İngiltere’nin Sahneye Çıkışı ve Kıbrıs Adası’nın Önemi

Sanayi devrimini ilk gerçekleştiren Batılı güç olan İngiltere ile daha sonra onu takip eden Fransa arasındaki sömürge yarışının giderek kızıştığı 19.YY başlarında Hindistan ve bu bölgeye giden yolların kontrolü İngiltere açısından yarışta öne geçme açısından oldukça önemlidir. Buna yönelik olarak daha önce 1704’de Cebelitarık’ı ve 1800’de Malta’yı ele geçiren İngiltere Akdeniz’de etkinlik arayışını göstermiştir. Ancak bölgede çıkarları bulunan bir diğer güç olan Rusya’nın giderek Osmanlı İmparatorluğu üzerinde artan baskısı ve Akdeniz’de var olma arayışları ve Hindistan’na olan coğrafi yakınlığı İngiltere açısından asıl tehdidi oluşturmaktadır. Bu dönemde Kıbrıs Adası’nın İngiltere açısından önemini 1814’de Doğu Hint Kumpanyası memurlarından bir İngiliz şu şekilde dile getirmiştir;”Kıbrıs’a malik olmak, İngiltere’yi Akdeniz’de üstün bir duruma yükseltecek ve Levant ülkelerinin müstakbel kaderini tanzim edici bir mevkie ulaştıracaktır. Mısır ve Suriye derhal İngiltere’ye tabi olacaklar ve Küçük Asya’nın hareketlerini önleyici bir duruma ulaşılmış olunacaktır. Böylece, Sultan daima kontrol altında bulundurulacak ve Rusya’nın bu bölgedeki tecavüzleri önlenemese bile geciktirilmiş olacaktır.....” (Gazioğlu 1960: 9) (3). Ayrıca Kıbrıs’ın İngiltere’ye devri sırasında Başbakan olan Benjamin Disraeli (Lord Beaconsfield) 1847 yılında yazmış olduğu “TANCRED” adlı kitabında adanın önemine değinmiş ve buranın İngiltere’nin elinde olması gerektiğinden ısrarla bahsetmiştir(Gazioğlu 1960: 9-10).


(3) Ahmet Gazioğlu, “Journey Through Asia Minor, Armenia and Koordistan in the

Years of 1813 and 1814, s. 185” adlı kaynaktan aktarıyor.
İngiltere’nin bu politikasının sonucu olarak 1878’de Kıbrıs Adası’nın işgali kararı alındı. Bu süreç içerisinde Osmanlı-Rus savaşının Osmanlı aleyhine gelişimi ve Rus ordularının İstanbul kapılarına dayanması sonucu aynı yıl Ayestefanos Antlaşması imzalanmıştır. Bu ise İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarına tamamen ters olmakla birlikte İngilizler’in de Osmanlı’lardan talepte bulunması fırsatını doğurmuştur. Daha sonra ise Osmanlı Sarayı’na yönelik İngiliz baskılarının bir sonucu olarak 4 Haziran 1878’de İngiltere’nin Osmanlı’yı Rus tehdidine karşı koruması karşılığında Kıbrıs’ın geçici olarak İngiliz idaresine idaresine terk etmesine ilişkin antlaşma imzalanır. Aynı zamanda bir Sadrazam değişikliğini de beraberinde getiren ve Yıldız Sarayı’nda gizlice imzalanan iki maddelik Kıbrıs Antlaşması’nın 1. Maddesi
şu şekildedir;”Rusya Devleti, Batum, Ardahan, Kars veya zikredilen yerlerden birini elinde tutupta ileride, her ne vakit olursa olsun, kat’i bir sulh muahedesi ile tayin olunan Asya memalik-i şahanesinden bir kısmını daha zabt ve istilaya girişecek olursa, o taktirde İngiltere Devleti, zikredilen memleketleri silah ile muhafaza ve müdafaa etmek üzere Saltanat-ı Seniyye ile birleşmeyi taahhüt eder. Buna mukabil Zat-i Padişahi dahi Anadolu kıtasında bulunan hıristiyan ve sair tebaanın iyi idare ve korunmaları hakkında ileride devletler arasında sonradan karalaştırılacak olan luzumlu islahatı yapacağını, İngiltere Devletine vaad eder ve adı geçen devleti (İngiltere’yi) kendi taahhütlerini yerine getirebilmesinde luzumlu vasıtaları temin edebilecek bir hale koymak için Kıbrıs adasını tahsis ve asker ikamesiyle idare etmesine muvafakat eyler”(Zia 1975: 39).

Adada daha sonraki gelişmeler İngiltere’nin burada bulunmasının geçici değil kalıcı olduğuna işaret etmiştir. Bunun en somut göstergelerinden birisi de 1911-12 yılları arasında süren Türk-İtalyan savaşı sırasında İngilizlerin kendilerine ait olmayan Kıbrıs’ı tarafsız bölge ilan etmeleri olmuştur. Nihayet 1. Dünya savaşının başlamasını takiben 5 Kasım 1914’te adanın statüsünde İngiltere’nin konumu resmen ilan edilmiştir. İngiliz Bakanlar Kurulu’nda hem Türkiye’ye resmen savaş ilanı hem de Kıbrıs’ı bu nedene dayanarak ilhak kararı alınmıştır(Gazioğlu 1960). Bu emri vakii Osmanlı Devleti tarafından 9 Kasım 1915’de verilen bir nota ile reddedilmiştir. Söz konusu notada daha önce İngiliz Dışişleri Bakanının yakın tarihteki tezine dayanılmıştır: Kıbrıs, karşısındaki Anadolu kıyıları için emniyet kapısı idi ve 1570 fetih seferi de, Anadolu’nun müdafaa masuniyeti için açılmıştı: Coğrafi hakikatler değişirmidir?(Kutay 1975a)(4).


2.2 Bölgesel Güç Olarak Yunanistan’ın Sahneye Çıkışı - Sevr Antlaşmasında, Kurtuluş Savaşı Sürecinde ve Lozan Antlaşmasında Kıbrıs

1. Dünya Savaşı’ndan Almanya’nın yanında yenilerek çıkan Osmanlı Kasım 1918’de galip devletlerle Anadolu’nun işgaline kapı açan Mondoros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. Bu gelişmelerle birlikte, Yunanistan’ın Büyük Yunanistan (Megali İdea) tezi doğrultusunda izlediği politikaya elverişli olan ortamda bu politikanın bir parçası olarak Kıbrıs’ın Yunanistana katılması çabaları artarak devam etmiştir (Mütercimler 1992) . Esasen İngiliz kontrolünde geçtikten itibaren adanın Yunanistan ile olan ilişkisi rahatlamıştır. Yunanistan’ da beklenti Kıbrıs ile birlikte, Oniki Ada, Trakya ve Küçük Asya’nın (Batı Anadolu) kendilerine verilerek İstanbul’a kadar uzanmaktır (Arıkan 1993: 26). İngiltere’nin politikasının da bu durumu destekler nitelikte olduğu görülmektedir. Nitekim itilaf devletlerinin temsilcileri arasındaki görüşmelerde şu sözler not edilmektedir; “İtilaf Devletleri’nin Dörtler Konseyi’nde İngiliz Başbakanı L. George, niyetinin Kıbrıs’ı Yunanistan’a vermek olduğunu söyledi.Clemenceau (Fransa Başmakanı)”Benden izin almanız lazımdır” dedi. Bugün Paris’e gelmiş olan ABD Başkanı Wilson “Yunanistan’a bu hediyeyi verebilirseniz değerli bir iş yapmış olursunuz” dedi.”(Sarıhan 1993: 169)(5).

(4) Cemal Kutay, söz konusu İngiliz tezi için “Balkan Savaşının birinci devresi sonucu, barışı aramak zorunluluğu içindeki Hariciye Nazırı Rıfat Paşa’ya, İngiliz Hariciye Nazırı Sir Edward Grey’in söylediklerini aktarıyor: “ Edirne’yi alan Bulgarlar’ı masa-başı görüşmeleri ile buradan çıkarabilmeyi düşünmeniz fazla nikbinlik olur. Fakat Cezair-i Bahr-i Sefid’i (ON İKİ ADAYI), size bırakmanın zaruri olduğu da malum... Hiçbir tarafın, Anadoluyu elinde bulunduran devletten bu adaların alınmasını istemiyeceği de münakaşa götürmez. Bu adaların devamı olan Kıbrıs’ın İngiltere’nin elinde olması sizin için emniyet unsurudur. Münasebetlerimiz bozulmadıkça endişe etmeyiniz.”(Kutay 1975).

Buna karşılık Anadolu’da kurtuluş mücadelesi devam ederken, Batılılar açısından Doğu Sorununun çözümü olarak ortaya konulan ve 10 Ağustos 1920’de Osmanlı Devleti ile Müttefik Güçler arasında imzalanan Sevr Barış Antlaşmasında ise Kıbrıs konusu ayrı bir başlık altında 115-117. Maddelerde karara bağlanmaktadır(6). Buna göre İngiltere Kıbrıs’tan vazgeçmediğini göstermekte ve aşağıdaki hükümler gündeme gelmektedir:
- Taraflar İngiliz Hükümeti tarafından 5 Kasım 1914’de ilan edilen Kıbrıs’ın ilhakını tanıyacaklar,
- Türkiye padişaha daha önce Ada tarafından ödenmekte olan vergi de dahil olmak üzere, Kıbrıs üzerindeki tüm ünvan ve haklarından vazgeçecek,
- Kıbrıs’ta doğmuş, ikamet etmekte olan Türk vatandaşları İngiliz vatandaşlığını alacaklar, Türk vatandaşlığını kaybedecekler ve yerel yasalarca düzenlenen şartlara tabi olacaklardır.
Ancak bilindiği gibi Sevr Antlaşması onaylanmamış ve yürürlüğe girememiştir. Bu nedenle Kıbrıs’ın durumu Lozan Antlaşması’na kadar belirsizliğini korumuştur.

Milli mücadele süresince Kıbrıs’ın kurtarılmasından zaman zaman söz edilmiş ve basında bu konu yer almıştır. Büyük Millet Meclisi’nde 22 Kasım 1922’de Menteşe (Muğla) mebusu Esad Hoca şöyle demektedir:” Misak-ı Millimizin mahfuziyetine munzam olarak memleketimizin müdafaası ve emniyet nokta-i nazarından elbet de taleblerimiz olacaktır.İngiltere’den Musul’u olduğu kadar, Kıbrıs’ı da isteyeceğiz. Şarki Trakya ne kadar Türk ise, Garbi Trakya da o kadar Türktür”(Kutay 1975a). Bununla birlikte Lozan’da Türk Heyeti’nin Kıbrıs konusunda talepkâr olmadığı anlaşılmaktadır. Kutay’a göre (1975b), Londra, Kıbrıs üzerinde Türk hassasiyeti beklemekte ve bu duyganlıktan endişe etmektedir. Nitekim Kıbrıs konusuna benzer durumlar için ayrı birer tali komisyon kurulmamış iken Kıbrıs tali komisyonlardan birisinin müstakil maddesi olmuştur. Lozan’da Kıbrıs için daha sonra yirminci madde olarak kaydedilen karar, Delegeler Kurulları önüne getirildiği zaman, İngiliz Başdelegesi Lord Curzon ile Türk Delegeler Kurulu İkinci Başkanı Dr. Rıza Nur arasında, Ada’nın üzerinde yaşayan milletlerin ırki, dini, milli hususiyetlerinin tam hürriyet ve masuniyet içinde devam eden ve muhafazası ve Ada’da İngiliz hakimiyetinin hiçbir vecihle bir başka memleketin hükümranlığına intikal edemeyeceği üzerinde tartışmalar olmuştur”(Kutay 1975b).

Lozan’da Türk heyeti, gerek İngiliz yönetimi altında kalmak üzere Kıbrıs, gerekse İtalyan yönetiminde kalmak üzere güvenlik açısından büyük öneme sahip olan oniki ada üzerinde barışın sağlanması adına fazla ısrarlı olamamıştır. Nitekim Ege sahillerine sadece 5 mil uzaklıktaki Meis adası üzerindeki Türk Heyetinin yoğun ısrarı sonuç vermemiş, bunun üzerine Türk Başdelegesi İsmet Paşa şunları söylemiştir:”Meis Adası Anadolu’nun kara suları içinde ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Anadolu’nun hem asayişi, hem askeri güvenliği, adanın Türkiye’ye bağlı olmasını gerekli kılmaktadır. Bu nedenle Türk heyetinin adanın Türk egemenliğine verilmesini isteyen talebi çok meşru sebeplere dayanmaktaydı. Fakat Türk heyeti dünya barışının kurulmasına yardım etmek amacıyla gayet ağır bir fedakârlığı göze alarak, Meis hakkında ileri sürdüğü kayıtlardan vazgeçmeyi kabul eder” (7).



(5) Zeki Arıkan, Kitsikis, Dimitri, Yunan Propagandası, 1974, çev (Hakkı Devrim), s.262’den aktarıyor.
(6) Antlaşmanın Taraflarından Müttefik Güçler: Birincil İttifak Güçleri; İngiliz İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve Japonya, İttifakı Oluşturan Diğer Güçler; Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Çekoslavakya’dan oluşurken, karşı tarafta ise Türkiye vardır. (Kaynak: The Treaty of Sevres,1920, http:/www.lib.byu.edu/~rdh/wwi/versa/sevres1.html, 08.09.2003)

Lozan’da Anadolu’nun çevresindeki adaların Kıbrıs dahil olmak üzere güvenlik açısından öneminin kaygısı taşındığı açıktır. Bununla birlikte, çok çetin geçen müzakereler esnasında yeni Türk devletinin tam bir bağımsızlığını bile tanımak istemeyen devletlere karşı Kıbrıs gibi Misak-ı Milli dışında kalan topraklar için fazla bir şey yapılamazdı(Gazioğlu 1960:31).

(7) Lozan Antlaşmasında Oniki Ada, http:/www.turk-yunan.gen.tr

Bununla birlikte Lozan’da Türk tarafı Kıbrıs Adası’nın durumu ile ilgili maddelerin kendisine dikte ettirilmek istenen şekline karşı çıkmış ve adanın Türkiye ile olan ilgisini korumak istemiştir. Lozan Antlaşmasının 16., 20. Ve 21. Maddeleri Kıbrıs konusundadır. Türk Hükümeti 20. Madde ile İngiltere’nin 5 Kasım 1914’de ilan ettiği Kıbrıs’ı ilhak kararını tanıdığını kabul ederken, 21. Maddede ise Kıbrıs Adası’nda oturan Türk tebasının yerel kanunlarda belirlenen koşullar çerçevesinde olmak üzere İngiliz tabiyetine geçişleri düzenlenmiştir. Lozan Antlaşması’nın tartışmaya yol açan 16. Maddedesine göre:

Türkiye işbu Andlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve egemenliği iş bu Andlaşmada tanınmış adalardan
başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların geleceği (kaderi), ilgililerce düzenlenmiştir, ya da düzenlenecektir.

İşbu maddenin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez(Sarıca 1975)

Oysa Lozan Antlaşmasının 16. Maddesi, yukarıda belirtilen son şeklini alıcaya kadar, görüşmelerde çetin tartışmalara yol açmıştır. Türkiye konferans sırasında bu maddenin ilk şekline itiraz etmiştir. Maddenin ilk şeklinde ise “Bu arazi ve adalar üzerinde ilhak istiklâl veya herhangi bir diğer idare şekli hakkında ittihaz edilen veya edilecek olan bütün kararları kabul ve tasdik eder” hükmü bulunmaktadır. Bu madde ile Türkiye’nin ulusal sınırları dışında yani Kıbrıs’ta da ilhak, “istiklâl” veya başka diğer idare şekilleri hakkında ileride alınacak kararları Türkiye’nin önceden tanıması isteniyordu. Bu durumda Türkiye, konuyla ilgili hiçbir söz hakkına sahip olamayacaktı. Bu nedenledir ki Türk delegesi haklı olarak 16. Maddenin bu kısmına itiraz etti ve madde metninden çıkartılmasını sağladı(Sarıca 1975: 6).

2.3 İngiliz Sömürge İdaresi Dönemi - İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş Dönemi - Türk Tezinde ve Londra-Zürih Antlaşmalarında Kıbrıs Adası

Kıbrıs Adası’nın İngiltere’ye katılmasının Lozan’da kabulünü takiben İngiltere 1925 yılında adanın statüsünü İngiliz taç kolonisine (Crown Colony) çevirmiş, böylece adada 1925 - 1959 arasında 34 yıl sürecek sömürge ve İngiliz valisi yönetimini başlatmıştır. Bununla birlikte bu dönem adadaki Rumların Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlama politikası anlamına gelen ENOSİS’in kuvvetlenerek kendisini gösterdiği bir dönem de olmuştur. Aslında adanın Yunanistan’a bağlanması fikri ve çabaları Osmanlı’nı parçalanma dönemi olan 19 YY. başlarında kendini göstermekte, Büyük Yunanistan (Megali İdea) politikasının savunucusu ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında da etkin rol oynayan "Etniki Eteriya” örgütüne kadar uzanmaktadır(Manizade 1975). Ayrıca İngiliz yönetimi altında iken 1931 yılında memurlara vergi tarhı nedeniyle çıkan ayaklanma da Rumların Adanın Yunanistan’a ilhakı yönündeki eğilimlerini ortaya çıkarıcı bir hal almıştır. Bu isyan sonrasında İngiliz yönetiminin tüm adaya yönelik ağır bir baskı dönemi başlamıştır.

İkinci Dünya Savaşında Türkiye savaşa girmeme politikasını sürdürüken Almanya’nın işgaline uğrayan Yunanistan müttefik güçlerin yanında yer almıştır. Diğer taraftan savaşın Doğu Akdeniz ve Ortadoğuda devam eden bölümünde İngiliz kontrolü altındaki Kıbrıs Adası stratejik önemini korumaya devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra, İngiltere zayıflayıp, İmparatorluğunu tasfiyeye başlaması ve Doğu Akdenizde yerini Amerika’ya bırakması ile birlikte ENOSİS 1950’lerden başlayarak Yunanistan Hükümetince de benimsenmiştir(Esmer 1975).

Türk dış politikasının dönemsel analizinde Türkiye’nin Batı Bloku Ekseninde yer aldığı ve dolayısıyla dış politikada göreli özerkliğin olmadığı dönem olarak adlandırılan(8) ve aynı zamanda Soğuk Savaşın sert olduğu İkinci Dünya Savaşının bitimi ile 1960 arası yıllar, yukarıda değinildiği gibi Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a bağlanması hareketinin de hızlandığı dönemdir. Uluslararası ilişkilerde iki kutupluluğun hüküm sürdüğü bu dönemde stratejik orta büyüklükte bir devlet olarak nitelenebilecek olan Yunanistan için ise göreli özerkliğin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.

Bu dönemde Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin politikası genelde İngiltere’nin iç işine müdahaleden çekinme biçiminde kendisini göstermekle birlikte tamamen pasif bir nitelik de taşımamaktadır. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes 24 Ağustos 1955 tarihli bir beyanatında basında İngiltere
Hükümetine “Kıbrıs’taki ırkdaşlarımızın maruz bulundukları tehlikeden duymakta olduğumuz endişe” ile ilgili olarak Türkiye’nin vermiş olduğu nota’ nın gerekçesini açıklarken, adada statükonun korunmasının esas olmakla birlikte statükoda bugün ya da yarın memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe kesinlikle tahammül edilmeyeceğini de ifade etmektedir(Kökdemir 1957: 148 -154). Ayrıca Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ele alındığı Londra Konferansı’nda dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun savunduğu 1 Eylül 1955 tarihinde basına açıklanan Türk Tezinde; Lozan Antlaşmasının yukarıda değinilen ve Türk tarafının değişmesini sağladığı 16. Maddesine atıfta bulunularak, bu duruma rağmen Kıbrıs’ın geleceğinin yeniden belirlenmesine girişilmesi halinde bunun Lozan Antlaşmasının revizyonu anlamına geleceğini, bu durumda değişikliğin sadece Kıbrıs ile sınırlı kalamayacağını ve Türkiye’ye de bazı taleplerde bulunma olanağı sağlayacak büyük sorunları ortaya çıkaracağını, bu durumda adanın geleceğinin ancak Lozan Antlaşmasının imzalanmasında Kıbrıs ile ilgili taraflar olan Türkiye ve İngiltere arasında karara bağlanabileceğini, bu durumda da Türkiye’nin kendisini birinci derecede ilgili sayacağını ve Kıbrıs adasına ilişkin feragatten önceki duruma dönülmesini talep edeceğini ileri sürmüş, statükonun başka türlü değiştirilmeye çalışılmasının Türkiye’nin dostluğunun sağlanarak mümkün olmayacağını, bu durumun statükoyu değiştirmek isteyenlerce hesaba katılmasının gerektiği, aksi halde Türk halkının vatanın savunması bakımından hayati öneme sahip olan adanın geleceğini başka şekilde mütalaâ edemeyeceğini ilan etmiştir(Kökdemir 1957: 155 - 166).


(8) Baskın ORAN (ed), “Türk Dış Politikası - Cilt I” ,2002 adlı eserde yer alan Türk Dış Politikasının dönemsel ayrımı esas alınmıştır.

Bununla birlikte adada statükonun bozulması halinde eskiye dönülerek Kıbrıs’ın tamamının Türkiyeye verilmesine yönelik Türk tezinin zaman içinde TAKSİME razı olunmasına dönüştüğü görülmektedir. Nitekim Başbakan Menderes’in 28 Aralık 1956 tarihinde (Fatin Rüştü Zorlu tarafından Türk Tezinin ilanından yaklaşık 1yıl 4 ay sonra) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplantısında muhalefetin sorusuna karşılık Kıbrıs’a ilişkin açıklamasında;”Hükümetin etraflı şekilde tetkik edilip vardığı netice şudur ki, adanın taksimi oradaki soydaşlarımızın Türk bayrağı altında yaşamalarını temin ederek ve Kıbrıs Türkiye için herhangi bir tehdit sahası olmaktan tamamiyle çıkacaktır. Büyük fedakârlık olarak bunu kabul ediyoruz dedim. Neden fedakârlık kabul ediyoruz: Bir çok sebeplerle, daha ileri bir iddia olarak adanın bize verilmesi talebi hatıra gelebilir. Fakat dünyanın bu karışık zamanında Türk devletinin meseleleri Kıbrıs adasından ibaret değildir. Türkiye bütün maddi manevi potansiyeli ile bu Kıbrıs davasına kendisini bağlayacak bir devlet değildir. Bunu bırakalım. Böyle bir hareket, milletlerin toptan hayatı tehlikede olduğu zamanlarda hem kendi başımıza daha ileri kaygılar, hem de dünyanın başına daha ileri müşküller çıkarmaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Gayri müsmir bir yolda yürümek Türk devletinin şiarı olmamak lazımgelir. Hükümetin düşüncesi budur. Tekrar ediyorum; biz adanın taksimine taraftarız, fakat hiç kimse adayı taksim etmekten başka bir hal suretine Türkiye’yi icbar edemez.”(Kökdemir 1957: 170-171).

Buna karşılık görülen odur ki Türk Tezi bulunduğu bu son noktadan da geri adım atmak zorunda kalmış, 1959 Zürih ve Londra Antlaşmalarıyla İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde Bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşu karara bağlanmıştır. Bu kapsamdaki Garanti Antlaşmasının 3. Maddesi ile Türkiye Antlaşma hükümlerinin ihlâli durumunda diğer garanti veren ülkeler gibi müştereken veya istişare ederek hareket etmek mümkün olmadığı taktirde antlaşmada tesis edilen durumu kendi başına yeniden tesis etmek gayesi ile hareket etme hakkını almıştır. Söz konusu antlaşmanın 4 Mart 1959 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde onaylanması sırasında muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin görüşünü açıklarken Genel Başkan İsmet İnönü şu açıklamayı yapmıştır:

”Bu teşebbüs nihai safhasında emrivaki olarak kabul ve imza edilmiş bir şekilde Meclis huzuruna gelmektedir. Bizim bir taraftan müstakil Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmasını yapıp, onun altında Kıbrıs’ın taksimini fiilen düşünmüş olmamıza imkâ yoktur. Burada TAKSİM tezini bertaraf eden ikinci bir kayıt vardır. Kıbrıs anayasası ihlâl olunursa ve diğer müttefikler alâkadar olmayarak yalnız Türkiye kuvvetini kullanırsa bu halde dahi Türkiye’nin hakkı eski nizamı, yani bağımsızlığını yeniden tesise çalışmaktan ibarettir. İhlâli ve bunu tamir için müdahale fedakârlığını öne sürerek “TAKSİM TEZİ KENDİLİĞİNDEN AVDET ETMİŞTİR” iddiasına gitmemeyi Türkiye başından taahhüt etmektedir. Bu taahhüdü hilafına hareket etmesine hukuken olduğu kadar maddeten de imkân yoktur. Taksim tezi hukuken olduğu kadar fiilen de bertaraf edilmiştir.

Maddenin Enosis ihtimalinde ne dereceye kadar tesirli bir surette tatbik olunacağı yakından tetkik olunmaya değer. Akitler istişare edecekler, müşterek veya beraberce kararlaştırılmış bir hareket mümkün olmazsa her biri eski nizamı yeniden tesis için haklarını mahfuz tutacaklar. Şimdi bir Enosis hareketine karşı Yunanistan’ın bizimle beraber olması az muhtemeldir. İngiltere müdahale için kat’î bir taahhüde bağlanmamıştır. İngiltere anayasanın ihlâl edildiğini ve müdahale lüzumunu teslim etse bile, bu maksatla yapılacak askeri bir harekâta iştirâk edip etmemek kendi takdirine kalmıştır. İngiltere bu şekilde hareket ederse müdahale dörtlü anlaşmadaki gibi beraberce kararlaştırılmış olur. Ama müşterek olmaz. Bu halde davasının ihlâline karşı Türkiye’nin yalnız başına harekete geçmesi mevzuubahis olacaktır.

Ayrıca unutmamalı ki, böyle bir zamanda anlaşmayı ihlâl eden Kıbrıs Cumhuriyeti Birleşmiş Milletlerin âzası bulunacaktır. İhtilâf bütün dünya teşkilatının ve hususiyle Güvenlik Konseyi’nin müşterek meselesidir. Bu vaziyette Türkiye, eğer sür’atle hakkını kullanarak müdahale imkânına malik olursa yapacağı haklı bir emrivâki ile davasını kazanabilir. Halbuki şartların tarafımızdan sür’atli bir askeri harekât yapmaya müsait olduğu ve olacağı her zaman iddia edilemez. Bu sebeple anayasa dışı teşebbüs edilecek Enosis hareketini işbu anlaşma hukuken bertaraf etmiş görünürse de fiilen bertaraf etmemektedir. Halbuki taksim tesi hukuken olduğu gibi fiilen de bertaraf edilmiştir.

Zaten bizim kanaatimizce iki cemaatin beraber yaşamasını temin edecek anayasa hükümleri o kadar muğlaktır ki, bunların hüsnüniyetle işletilmesi ancak ve ancak her iki cemaatin beraber yaşamaktan başka bir çareleri kalmamış olduğuna kat’î olarak inanmaları ile mümkündür. Cemaatlerden birine kanun dışı olsa da fiili bir hal imkânı göründüğü müddetçe anayasa maddelerinden her biri işlemekte büyük güçlüğe uğrayacaktır.

Neticeye bağlıyorum. Yunanistan’a iltihak kapısını fiilen açık bırakmakta olan anlaşmanın eksiği tamamlanmadıkça bunu kabul etmekte mazur olduğumuzu beyan ederiz”(Gazioğlu 1960: 195-196).

Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan gelişmelerle 1959’da Zürih ve Londra Antlaşmalarının imzalanması ve 1960’ta Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ile sağlandığı görünen çözümün aslında çözümsüzlüğü de içinde barındırdığının açığa çıkması için çok beklenmesi gerekmeyecektir. Kıbrıs’ın geldiği bu son durum aslında Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Adası için değil İngiltere için bir çözümdür. Sözü edilen 1959 Antlaşmalarıyla İngiltere sorunsuz olarak adadaki varlığını ve üs hakkını korumuştur. Söz konusu antlaşmaların bir parçasını oluşturan İngiltere Hükümetinin 17 Şubat 1959 Tarihli Bildirisinde adada iki bölgede egemenliğini koruyacağını ilan etmiştir. Askeri tesislerin bulunduğu bu bölgelerden başka İngiltere ayrıca yolları ve limanları kullanabilecek, kamu hizmetlerinden ve Lefkoşa havaalanından yararlanabilecek, askeri bölgeler dışında da askeri eğitim yapabilecek, Magosa’da özel tesislere sahip olacak ve kendi askeri üzerinde yargı yetkisini tek başına kullanacaktı(Fırat 2002: 612). Bununla birlikte üslerin kaplayacağı alan konusunda İngiltere’nin tavizsiz tutumu nedeniyle anlaşma sağlanması zaman almış ve bu konu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanını geciktirmiştir(Gazioğlu 1960: 205-207).

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmalarında, söz konusu devletin bağımsız egemen ve üniter olacağı belirtilmekle birlikte anayasasını dahi değiştirme hakkı bulunmayan ve böyle bir durumda dışarıdan müdahaleye uğrayacak olan, ülke topraklarının bir bölümünde İngiliz egemenliğini daha başlangıçtan itibaren tanıyan, toprağa dayalı olmasa da işlevsel bir federasyon benzeri yapıya sahip olan Kıbrıs Cumhuriyeti ne bağımsız, ne egemen, ne de üniterdi(Fırat 2002:613).

Bu durumda bağımsız olmasına karar verilen Kıbrıs Cumhuriyeti, jeopolitik konumu itibariyle İngiltere’nin adada varlık nedenini oluşturduğu ve sağladığı üs imtiyazı düşünüldüğünde gerçekte dış müdahaleye açık ve İngiltere’ye bağlı durumdadır.

2.4 1960 Anayasası ile Kurulan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin Tıkanması ile Türkiye’nin Müdahalesine Giden Süreç ve Jeopolitik Nedenleri ve Sonuçları

İsmet İnönü’nün yukarıda belirtilen öngörüsü gerçekleşmiş ve 1963 tarihinden itibaren adada sükunet bozulmuştur. Kıbrıs Türk toplumu üzerine 1963-64 ve 1967 yıllarında anayasaya tamamen aykırı olarak yapılan Rum saldırıları yaklaşık 20-30,000 Türk’ü köylerinden sürdü ve Lefkoşe, Baf, Larnaka, Magosa ve Lefkoşe’nin kuzeyindeki birkaç köye sığınmaya zorladı. Böylece, Türk toplumu, adanın kuzey bölgesinde önemli bir toprak üzerinde denetim kurabileceği birkaç bölgede yoğunlaşmaya mecbur kılındı(Karpat 2001: 201). Türkiye’nin 1963-64 olaylarına müdahale olanağı yine İsmet İnönü’nü yukarıda belirtilen öngörüsü ile tartışmalı bir halde iken 5 Haziran 1964 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson’un müdahaleye izin verilmeyeceğine dair mektubu Türk dış politikasında derin iz bırakmıştır.

Diğer taraftan adada 1967 Yunanistan askeri darbesi sonrasında ve adanın kuzeyinden Türkiye kaynaklı yardımların ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Rum mallarına yönelik gümrük indirimleri sayesinde gerçekleşen ekonomik gelişmeye bağlı olarak Rum lider Makarios ile Yunan cuntası arasında yaşanan siyasi farklılaşma baş göstermeye başlamıştır(Karpat 2001). Bu gelişmelerle gelinen 1972 yılında yeniden başlayan Rum kaynaklı terör olayları sonrasında 15 Temmuz 1974’te Yunanistan’dan subayların komutası altında güçlü bir Kıbrıs Rum Ulusal Muhafız Ordusu birliği, Cumhurbaşkanı Makarios’un Lefkoşe’deki sarayına saldırdı ve EOKA-B’nin lideri Nikos Sampson Enosis’i ilan etmek amacıyla Kıbrıs Cumhurbaşkanı yapıldı. Bu olaydan sonra 20 Temmuz’da Türkiye, 1960 Garantörlük Antlaşmasına dayanarak adaya asker çıkardı ve Kuzey Kıbrıs’ın bir bölümünü ele geçirdi(Karpat 2001).

Kıbrıs’a yönelik yaptığı jeopolitik analizde Karpat (2001: 198-199) şu saptamaları yapmaktadır: Kıbrıs’ın ilhakı, Yunanistan’a, Türkiye’nin güneydoğusunun önemli ihracat çıkış kapıları olan Mersin ve İskenderun limanları da dahil olmak üzere Türkiye’nin güney sahillerini denetim altına alma olanağı sağlayabilirdi. Ayrıca bu adanın güvenli bir biçimde ilhakı tamamlandığında özellikle Kıbrıs’taki iki İngiliz üssünün tamamen elde edilmesinin ardından Yunanistan’a bir bütün olarak Ortadoğu siyasetinde de önemli bir rol oynama olanağı sağlayabilirdi. Diğer taraftan Büyük Britanya, Ortadoğu siyasetinde ve yalnızca ikiyüz mil güneydeki Süveyş Kanalı’nın kaderinde bir ölçüde rol oynayabilmek amacıyla bir zamanlar bölgedeki sınırsız hakimiyetinin son kaleleri olan iki Kıbrıs üssünü elinde tutmak istemektedir. İngiltere Kıbrıs'ı olduğu gibi, kendine bağımlı bir biçimde tutmak arzusundadır, çünkü bu durum üslerin güvenliğini garanti altına almaktadır. Türkiye, ne pahasına olursa olsun Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını önlemek niyetindedir, çünkü böyle bir ilhak Türkiye’nin denizden çevrilmesini tamamlayacak ve Yunanistan’ın yeni toprak iddialarına yol açabilecektir....Böylece nihai çözümlemede, Kıbrıs’ta hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin yaşamsal öneme sahip çıkarları bulunmaktadır ve her iki ülke de ada üzerindeki etkilerinden vaz geçmek niyetinde değillerdir. Var olan durumun korunması, yani ilhak tehlikesinden tamamen uzak bağımsız bir Kıbrıs’ın varlığı bütünüyle Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmektedir, çünkü bu durum Türkiye’nin güney kıyısını olası bir abluka ve saldırıdan uzak tutarken, aynı statüko Yunanistan’ın etki ve gücünü Doğu Akdeniz’e doğru genişletmesini engellemektedir. Benzer bir analizi Gevgilili (1975) Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik müdahalesinin canlı olduğu 3 Eylül 1974 tarihinde, Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde şu şekilde yapmaktadır: “Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yeterince eğilmediği Akdeniz sorununun ağırlığını, 70’lerin dünya bunalımı altında ta yüreğinde duydu. Kıvranan dünya sistemi adeta Akdeniz üstünde düğümlenmişti; çok şeyin anahtarları oradan geçtiği için... Oysa, Türkiye’ye daha 1920’lerde Kurtuluş Savaşı’nın son komutu olarak önerilen şey “İlk Hedef Akdeniz” tezinden başka bir şey değildi. Yeni bir dünya dengesinde Türk toplumuna güç katacak hemen her şey, Akdeniz’de fazlasıyla vardır. Kıbrıs’ın Yunanistan aracılığıyla Batı sistemine tümüyle
ilhakı için “74 yazında yapılan girişimlerin ardındaki tüm araç(9) da zaten buydu. Geçmiş ile bugünün tarihsel bağını kuran Türkiye, çözümü o zaman açıklıkla gördü. Kıbrıs’ın ancak bağımsız ve bağlantısız (tarafsız) kalmasıydı ki, dünyadaki yeni bunalımın Doğu Akdeniz yöresine yayılmasına bir oranda set çekebilirdi. Bunun yolu ise, Kıbrıs’ın bir bloka açıktan ve tek yanlı olarak bağlanmamasıydı. Ankara’nın Sovyetler Birliği’ne, Kıbrıs’ın hiçbir biçimde NATO içinde ele alınmasını istemediğini ısrarla belirtmesi salt bir diplomasi zorunluğu olarak görülmemelidir.

Görüldüğü gibi iki kutuplu dünya sistaminin hakim olduğu dönemde Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik harekâtının gerisinde; tarihsel bir perspektifle yapılacak değerlendirmede, Kıbrıs Adasında kontrolün tek taraflı olarak Yunanistan ve Batı Bloğu lehinde kaybının yol açabileceği Doğu Akdeniz’den
Anadolu anakarasına gelebilecek güvenliğe yönelik tehdidin bertaraf edilmesi stratejisinin rol oynadığı görülmektedir.

Böylece Türkiye’nin Adaya müdahalesi sonucunda adanın bölünmesi gerçekleşmiş ve bunu takiben 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşu ilan edilmiştir. Kuruluş bildirisinde bağımsız Kıbrıs’ın amaçlandığı şu ifadelerle açıklanmaktadır; “Kıbrıs’ın bağımsızlığına karşı olan ve bölünmesi veya herhengi bir devletle birleşmesi yolundaki her girişime kesinlikle karşı koymak inanç ve kararını teyit ederek; ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağlantısızlık statüsünün gerektiğine inanarak ve adanın yabancı çıkarlara hizmet etmesine izin vermemek kararını beyan ederek; ve Kendi bölgelerinde gelecekteki bağımsız Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açacak düzenin hukuki esasını yaratmak gereğini göz önünde bulundurarak; ve Nihai amacın iki bölgeli bir federasyon çerçevesinde Kıbrıs Rum Toplumuyla birleşmek olduğunu teyit ederek; Temel maddeleri milletlerarası hukuka uygun olarak milletlerarası anlaşmalarla saptanmış olan cumhuriyetin 1960 Anayasasının aynı usulle Kıbrıs Federal Cumhuriyetinin anayasası olarak değiştirilmesine ve Federal Cumhuriyetin kurulmasına kadar muhtar Kıbrıs Türk Yönetiminin yeniden düzenlenmesi ve teşkilatlanmasının gerekli olduğunu kararlaştırmıştır. Bu amaçla muhtar Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanının başkanlığı ile bir Kurucu Meclis kurulmasına karar verilmiştir(10). Bu yaklaşım Türkiye’nin yukarıda değinilen Kıbrıs Adasının bağlantısız ve bağımsız kalması yönündeki çıkarı ile paralellik taşımaktadır.


(9) Bu kelime orijinal yazıda “araç” olarak geçmekle birlikte, bir yazım hatası olduğu ve doğrusunun “amaç” olması gerektiği düşünülmektedir.

Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanı ile Güney Kıbrıs’taki Türkler ile Kuzey Kıbrıs’taki Rumların gönüllü olarak yer değişimi konusunda anlaşma sağlanmış ve Eylül 1975’te gerçekleşen mübadele ile adanın fiilen iki toplumun temsil edildiği iki bölüme ayrılması gerçekleşmiştir.

Daha sonraki dönemde Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın konuyu uluslararası platforma taşıma çabaları başarılı olmuş ve Birleşmiş Milletler Kıbrıs Türk Federe Devletini ortadan kaldırmayı öngören 13 Mayıs 1983 tarihli kararı çıkarmıştır(Yalçın 2003). Bu gelişmelerin sonrasında toplumlararası görüşmelerde iki toplumlu federal bir yapının kabul görmesine karşın iki kesimli yapının Rumlarca reddedilmesi üzerine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı sürecine girilmiş ve 15 Kasım 1983 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi’nde bu durum oybirliği ile kabul edilmiştir.

Bu gelişme sonrasında Kıbrıs’ta; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriye’tinde devlet yapısının temelinin oluşturulması ve kurumsallaşma yönünde adımlar atılırken, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise özellikle 1990’lardan itibaren Avrupa Birliği’nin de kabulü ile Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak Birliğe üyelik yolunda ilerlemiş ve Yunanistan’ın da yoğun çabasıyla bunu elde etmiştir.


(10) Kaynak: www.kibris.gen.tr/turkce/federe/kurulusu.html, 11.02.2004.

Ancak diğer taraftan bu dönemde Kıbrıs’ın askeri açıdan stratejik konumunu ön plana çıkaran ve bir Türk -Yunan krizine dönüşen S-300 füzeleri olayı patlak vermiştir. Krizi başlatan gelişme Kıbrıs Rum Yönetimi ile Yunanistan arasında 1997’de imzalanan bir anlaşma ile Rus yapımı karadan havaya 140 km menzile sahip S-300 füzelerinin Güney Kıbrıs’ta Baf askeri üssüne yerleştirilmesine karar verilmesidir(Fırat 2002). Bu gelişme üzerine Türkiye, füzelerin adaya konuşlandırılmasını her ne koşulda olursa olsun engel olacağını ilan ederken, Yunanistan ise Türkiye’nin böyle bir girişimini savaş sebebi sayacağını bildirmiştir(Büyükçolak 2002). Ankara ile Atina’yı bir kez daha karşı karşıya getiren bu durumun, Kıbrıs Rum Yönetiminin bir oldubittisi ve Avrupa Birliği üyesi Yunanistan açısından ise bir hata olduğu görüşleri bulunmaktadır(Fırat 2002). Bununla birlikte olayın ortaya çıkması sonrasında yaşanan gerginlik, Yunanistan’ın Kıbrıs Rum kesiminine yönelik iç politikasındaki hassasiyetin ve bu amaçla nelerin göze alınabileceğinin bir göstergesidir.

2.5 Kıbrıs - Avrupa Birliği İlişkileri

Bir taraftan adanın kuzey kesiminde bu gelişmeler yaşanırken güneyde ise 1972yılında imzalanan Ortaklık Anlaşmasıyla başlayan Avrupa Birliği ile ilişkiler sonucunda 1987’de Gümrük Birliği Protokolünü, 1990’da tam üyelik başvurusu, 1993’te Avrupa Birliği Komisyonu’nun başvuruya olumlu görüş vermesi ve 1998’de de üyelik görüşmelerinin başlaması izlemiş ve bu
süreç Aralık 2002 Kophenhag Zirvesin’de Kıbrıs’ın üyeliğinin kabulü ve Nisan 2003’te de Katılım Anlaşmasınnın imzalanması ile sonuçlanmış ve Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne resmen üye olacağı tarih olan 1 Mayıs 2004 öncesine gelinmiştir. Bu süreç boyunca adayı bir bütün olarak üyeliğe alma doğrultusunda irade göstermekle birlikte Avrupa Birliği, Güney Kıbrıs’ı dolayısıyla Kıbrıs Rum Yönetimini tüm adanın temsilcisi olarak muhatap almıştır. Oysa bu durum 1960 Antlaşması’nın ihlâlidir (Arsava 2003).


2.6. Kıbrıs Adasının Avrupa Birliği - ABD Açısından Önemi ve Yeniden “Çözüm” Çabaları

Daha önce de belirtildiği gibi Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da etkin olmak isteyen global bir gücün Kıbrıs Adası’nı kontrol etme isteği her dönemde beklenmesi gereken bir durumdur. Avrupa Birliği’nin de siyasi ve askeri bir güç olarak ortaya çıkma çabaları doğrultusunda bu gereksinimi duyması kaçınılmazdır. Bununla birlikte 1991’de Sovyetler Birliği’nin beklenenden de hızlı dağılması sonrasında oluşan günümüz tek kutuplu dünya düzeninde Amerika Birleşik Devletlerinin askeri güce dayanan hakimiyeti bir gerçektir. Bu durumda günümüzün hegemon gücü durumundaki ABD’nin Kıbrıs Adası üzerinde kontrol sağlama isteğinin ağır basması kaçınılmazdır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya liderliğini ABD’ne devreden İngiltere’nin adada her koşulda ve dönemde koruduğu ve ileride de korumaya devam edeceği anlaşılan askeri üslere ilişkin haklarından stratejik ortağı olan ABD de rahatlıkla yararlanmaktadır. Nitekim ABD’nin Kıbrıs (Güney Kıbrıs) büyükelçisi Michael Klasson, 8 Ocak 2004 tarihinde “Western Policy Center” adlı merkezde gerçekleştirilen forumda Kıbrıs ile ilgili olarak şunları söylemiştir:”Kıbrıs ile olan ilişkilerimizin AB’ne katılımı -ki bu katılım sadece Avrupa’ya değil aynı zamanda trans-atlantik ortaklığına olmaktadır- nedeniyle önem kazanacağını düşünüyorum. Bu ayrıca, Kıbrıs’ın - umulurki bir bütün olarak - geçmişte olduğundan çok daha geniş bir arenaya adım atması, böylece adada yaşayanlar açısından Avrupa Birliği üyeliği ile yeni sorumluluklarla birlikte yeni fırsatların doğuşu anlamına gelmektedir(11). Bu kapsamda değerlendirilebilecek bir diğer gelişme ise Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin Kıbrıs Adası’nın bulunduğu bölgeye yönelik olarak “Büyük Ortadoğu Planı” nı açıklamasıdır(12). Bu gelişme de ABD’nin bölgedeki etkinliğini ve insiyatifini giderek artırma niyetinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ve benzeri görüşlerden de anlaşılmaktadır ki, Amerika Birleşik Devletleri Kıbrıs

(11) www.westernpolicy.org/PolicyForums/, 19.02.2004.
(12) www.washingtonpost.com, 10.02.2004

Adası’nın Avrupa Birliği’ne bir bütün olarak katılımı ile adada sağlanacak istikrarı kendi uluslararası politikalarında adaya biçilen görevler açısından yarar görmektedir.

Diğer taraftan 1999 Helsinki Zirvesi’nde alınan kararların Türkiye’nin Kıbrıs politikasını temelden etkilediği anlaşılmaktadır. Söz konusu kararların Kıbrıs ile ilgili 9. Maddesi şu şekildedir: “AB Konseyi, politik bir çözümün
Kıbrıs’ın (AB’nin Kıbrıs’tan anladığı sadece Rum kesimidir) AB’ye katılımını kolaylaştıracağının altını cizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konseyin üyelik konusundaki kararını yukarıda belirtilen husus çerçevesinde bir ön şart olmaksızın verecektir”(Aydoğan 2003). Bu durumun hukuka aykırılığını savunan Arsava (2003), AB’nin Kıbrıs konusunda 1960 Anlaşmaları ile elde edilen haklarından taviz vermesine yönelik Türkiye’ye olan baskısını bu nedene dayandırmaktadır.

Nitekim bu durum Kıbrıs’ta doğrudan görüşmelerin sonuçsuz kalmasına neden olmuş ve Annan Planı (olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler Planı) 1999 Helsinki Kararları karşısında ortaya çıkmıştır. Plan Kıbrıs Türkleri açısından ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Tezinden ayrılmakta, bu devletin kazanımlarını yok eden, Kıbrıs Türkünün adada varlığını ve hatta birliğini aşamalı olarak ortadan kaldırmaya yönelik düzenlemeler içermektedir. 1960 Anlaşmaları ile oluşturulan sistem sadece iki toplumarasında değil, Türkiye ve Yunanistan arasında da Doğu Akdeniz’deki
barış için dengeye yönelikti. Burada garantör devletler garanti edecekleri anayasal ve uluslararası hukuk düzenini iradeleriyle belirlemişlerdi. Bu süreçte ise garantör devletlerden oluşumuna katkı yapmadıkları, henüz tam olarak somutlaşmayan Annan Planı’nın metnini Kıbrıs’ta gerçekleşecek referandum sonuçlarına bağlı olarak kabul etme taahhüdünde bulunmaları talep edilmiştir. Bu taahhüdün doğal sonucu Türkiye'nin 1960 Garanti Anlaşmasından doğan haklarından feragat etmesidir ki AB’nin iradesi de bunu sağlamaya yöneliktir. AB 1960 Garanti Anlaşmasını ihlal ederek Kıbrıs'ı (Kıbrıs Rum Kesimini Adanın tümünün temsilcisi olarak kabul ederek) tam üye olarak kabul etmiştir. Hukukun üstünlüğünü ilke olarak benimsediğini AB Anlaşması’nda ilan eden Avrupa Birliği’nin hukuk topluluğu karakteri ancak Türkiye’nin Garanti Anlaşması’ndan doğan haklarından feragat etmesiyle telafi edilebilir. Avrupa Birliği bunun farkında ve telâşındadır(Arsava 2003).

3. Değerlendirme ve Sonuç

Çalışmanın başlangıcında ileri sürülen saptamaların temelindeki tarihsel analiz Tablo-1’de özetlenmeye çalışılmıştır. Tablonun oluşturulmasından amaçlanan ise bu çalışmanın genelinde yapılmaya çalışıldığı gibi Anadolu Yarımadası ile Kıbrıs Adası arasındaki jeopolitik bağlantının varlığının tarihsel bir perspektifle ortaya konulmasıdır. Tablo incelendiğinde görülmektedir ki:
- Kıbrıs Adası ele alınan 520 yıllık dönemde 1960 yılındaki bağımsızlık denemesi dışında dışarıdan güçlerin (bölgesel ya da global) kontrolünde olmuştur.
- Anadolu’da hakim olan güç ile Kıbrıs Adası arasındaki siyasi ve hukuki bağ süreklilik göstermektedir.
- Anadolu’nda hakim olan gücün, Kıbrıs Adası üzerindeki etkisinin azalması (artması) ile Adadan tehdit algılamasının bulunduğu (bulunmadığı) dönemler paralellik göstermektedir.
- Kıbrıs Adası üzerinde Anadolu’nun etkisinin zayıf olduğu durumda, ancak iki kutupluluğa dayalı uluslararası sistemin varlığında Adada oluşan dengeye bağlı olarak Anadolu’da hakim güç olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Adasından tehdit algılamaması mümkün olabilmiştir.

Halen Türkiye Cumhuriyeti ile Kıbrıs Adası arasındaki ilişkinin koşullarının 1999 Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi kararlarıyla şekillendiği bir geçiş dönemi yaşanmaktadır. Bu çerçevede ortaya çıkmış olan

TABLO - 1: ANADOLU YARIMADASI İLE KIBRIS ADASI'NIN SİYASİ İLİŞKİSİNİN TARİHSEL ANALİZİ

Birleşmiş Milletler Planının (Annan Planı) günümüzde bilinen haliyle uygulanmasının taraflarca (Türkiye, Yunanistan, İngiltere, KKTC ve Güney Kıbrıs Rum Devleti) kabul edilmesi halinde bir kez daha Türkiye’nin Adadaki etkinliğinin ve bağının zayıfladığı yeni bir dönem başlayacaktır. Bu dönem bir anlamda Türkiye’nin geleceğinin bu günden Avrupa Birliği’nden ayrı olarak şekillenmesinin hemen hemen tamamen dışlanmasını da getiren ve geri dönüşü olmayan bir dönem olacaktır. Bu dönemde yukarıda sözü edilen tehdit algılaması olasılığının ortadan kaldırlmasının koşulu: Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin kesinleşmiş olduğu gözönüne alındığında, ancak Türkiye’nin, garantörlüğünün fiilen geçerli olduğu alana hakim olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bugünkü demografik, coğrafik ve güvenliğinin sağlandığı yapısının temelinin korunduğu haliyle ve bu yapının garanti edileceği bir hukuk oluşturulması ile bir takvim çerçevesinde eş zamanlı olarak ve bugünün koşullarıyla Avrupa Birliği’ne tam üye olabilmesidir.

Bugün Türkiye’nin angaje olduğu anlaşılan Annan Planı’nda bu doğrultuda düzenlemelerin bulunmaması ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin yukarıda belirtilen çerçeveden farklı oluşması halinde, derecesi koşullara göre değişmekle birlikte yukarıda sözü edilen tehdit algılaması var olacaktır. Böyle bir durumda, gelecekte oluşması muhtemel bir güçlü Avrupa Birliği Ortak Dış ve Güvenlik Politikası çerçevesinde Kıbrıs’taki askeri üslerin kontrolü yönünde Avrupa Birliği ile İngiltere ve ABD’nin çıkarlarının çatışması dikkate alınması gereken bir olasılık olarak durmaktadır. Uluslararası yapıda çok kutupluluğa gidişi ifade edebilecek böyle bir durumda uluslararası denge koşulları altında Türkiye açısından Kıbrıs Adasından algılanacak tehdidin azalacağı düşünülebilir. Bununla birlikte diğer bir olasılık olan AB’nin güçlü siyasi ve askeri kurumlarının oluşamaması ve böylece Birliğin Siyasi ve Güvenlik (askeri) ayağının gelişememesi durumu ise Yunanistan’a bölgede bireysel insiyatif ile hareket alanı kazandırabilecektir. Bu durumda AB üyesi ve Türk unsurunun zayıfladığı bir Kıbrıs, Türkiye için daha büyük bir tehdit oluşturabilecektir.

KAYNAKÇA


ARSAVA, Füsun
2003 “Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu”, ATAUM Bülten, Kış-Bahar 2003, Yıl:3, Sayı:1-2, Ankara.

AYDOĞAN, Metin
2003 Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz, Kum Saati Yayınları, İstanbul.

BÜYÜKÇOLAK, K. Mehmet
2002 “Yunanistan’ın Stratejik Analizi: Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Yunanistan’ın Savunma Politikaları, Güvenlik Stratejileri, Askeri Doktrini ve Silahlı Kuvvetleri”, Türkiye’nin Komşuları, Mustafa Türkeş ve İ. Uzgel (Der.), İmge Kitapevi, Ankara.

ESMER, A. Şükrü
1975 “Kıbrıs, Dün, Bugün, Yarın”, Derviş Manizade (Der.), Kıbrıs:Dün, Bugün, Yarın, Kıbrıs Türk Kültür Deneği İstanbul Bölgesi Yayınları, No:8, İstanbul.

FAROQHI, Suraiya
2000 Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

FIRAT, Melek
2002 “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, Türkiye’nin Komşuları, Mustafa Türkeş ve İ. Uzgel (Der.), İmge Kitapevi, Ankara.

FIRAT, Melek
2003 “Yunanistan’la İlişkiler(1945-1960: Batı Bloku Ekseninde Türkiye-1)”, Türk Dış Politikası, B. Oran (Ed.), İletişim Yayınları, İstanbul.

GAZİOĞLU, Ahmet
1960 İngiliz İdaresinde Kıbrıs - Statü ve Anayasa Meseleleri, Cilt I, İstanbul.

GEVGİLİLİ, Ali
1975 “Kıbrıs’taki Yeni Trajedi ve Türk Deniz Hakları”, (17 Temmuz 1974 Tarihli Milliyet Gazetesi), Milliyet 1974 Yıllığı, Milliyet Yayınları.



KARPAT, H. Kemal
2001 Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusculuk, İmge Kitapevi, Ankara.

KÖKDEMİR, Naci
1957 Dünkü - Bugünkü Kıbrıs, Ankara.

KULOĞLU, Armağan
2003 Uluslararası İlşkilerde Jeopolitik ve Strateji, ATAUM Uluslararası İlişkiler Uzmanlık Programı Ders Notu, Ankara.

KUTAY, Cemal
1975a “Kıbrıs’la Başlayan “Milli” ve “Milletler-arası” Devir”, Derviş Manizade (Der.), Kıbrıs:Dün, Bugün, Yarın, Kıbrıs Türk Kültür Deneği İstanbul Bölgesi Yayınları, No:8, İstanbul.

KUTAY, Cemal
1975b “Dörtyüz Yıllık Kronoloji İçinde Kıbrıs’ın Kaderinde Tarih İbretleri”, Derviş Manizade (Der.), Kıbrıs:Dün, Bugün, Yarın, Kıbrıs Türk Kültür Deneği İstanbul Bölgesi Yayınları, No:8, İstanbul.

MANİZADE, Derviş
1975 “Kıbrıs Sorununun Başı ve Sonu”, Derviş Manizade (Der.), Kıbrıs:Dün, Bugün, Yarın, Kıbrıs Türk Kültür Deneği İstanbul Bölgesi Yayınları, No:8, İstanbul.

MÜTERCİMLER, Erol
1992 Kurtuluş Savaşına Denizden Gelen Destek: Sovyetler Birliği’nden Alınan Yardımlar-Kuvâ’yı Milliye Donanması, Yaprak Yayınları, İstanbul.

PITCHER, D. Edgar
2001 Osmanlı İmparatorlu’ğunun Tarihsel Coğrafyası, Bahar Tırnakçı (Çev.), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

SANDER, Oral
1989 Siyasi Tarih, İlk Çağlardan-1918’e,İmge Kitapevi, Ankara.

SARICA, Murat, E. TEZİÇ, Ö. ESKİYURT
1975 Kıbrıs Sorunu, İstanbul Hukuk Fakültesi Yayını, No:2071, İstanbul.

SARIHAN, Zeki
1993 Kurtuluş Savaşı Günlüğü - I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Dizi, Sa.71, Ankara.

YALÇIN, E. Semih
2003 “Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi”, Türk Hukuk Enstitüsü Dergisi, Şubat 2003, http:/www.turkhukukenstitusu.org/dergi_subat03.htm 24.02.2004.

ZİA, Nasim
1975 Kıbrıs’ın İngiltere’ye Geçişi ve Adada Kurulan İngiliz İdaresi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, No:44, Ankara.