28 Mayıs 2008 Çarşamba

Millet İradesinden Hareketle-4

Çıkış noktası olarak “millet iradesi” kavramının yakın dönem siyasi tarihimizdeki akımlardaki yansımasını anlamaya ve bu kavramın gerçekte neye karşılık geldiğini keşfetmeye dönük olarak farklı kaynaklardaki arayışımın bu bölümünde kurtuluş savaşı ve sonrası dönemi ele almaya çalışacağım.
Bu bölüme Kaynak Yayınlarından çıkan; “Komintern Belgelerinde Türkiye-2, Kemalist Cumhuriyet” isimli kitaptan bir alıntı ile başlamak istiyorum. Söz konusu aktarımın kaynağı 16 Ocak 1924 tarihli bir belge olup, yazarı G. Asthakov’un izlenimlerini, saltanatın kaldırılması sonrası, ancak Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve halifeliğin kaldırılması öncesi dönem atmosferinde değerlendirmek gerekmektedir. Haber aktarımının öncesinde, yayın organının Redaksiyon Kurulu’nun imzasıyla şu ifade yer almaktadır:“Son olaylar Türkiye’de siyasal mücadelenin sertleşmekte olduğunu ortaya koydu. 7 Ocak’ta İzmir’de Kemal Paşa’nın hedef olduğu suikastin yankıları sürüyor. Ancak resmi bir yalanlamanın gerektiğini de unutmayalım. Kemalizm karşıtı Babı’âli gazetecilerinin Aralık ayında İstiklal Mahkemelerince ağır cezalara çarptırıldıkları bilinmektedir. Arkadaşımız G. Asthakov gelişen olaylar üzerine bizi aydınlatıyor” Burada sözü edilen suikast tarihe “İzmir Suikasti” olarak geçen olay değildir. Konu hilafetin savunulması bağlamında 1922-24 arasında İstiklal Mahkemelerinde yargılanan gazeteciler olayıdır. Konuya ilişkin olarak Prof. Yücel Özkaya şu saptamayı yapmaktadır: “Daha önceleri, hilâfetin kaldırılmaması yolunda yayın yapan, gazetecilerle ilgili olarak 9 Aralık 1922’de İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde başlayan gazeteciler davası, 2 Ocak 1924’te sonuçlanmıştı…Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e suikast anlamı taşıyan bu dava sonunda gazeteciler niyetlerinin kötü olmadığını ispat etmiş ve beraat etmişlerdi. İstiklâl Mahkemesi’nin çalışması sürerken, İlyas Sami (Kalkavanoğlu), komünist Hemşinli Mehmet Azapkaptı, Sandalcılar Kahyası Hasan, Dayı Mesut, Kör İbrahim, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyete suikast iddiasıyla tutuklanmışlardı, İlyas Sami Bey, 30 Aralık 1923’de mahkemeye baş vurarak suçsuz olduğunu iddia etti. Ancak, sonuç çıkmadı…12 Ocak 1924’de başlayan ilk yargılamadan sonra, 5 Şubat 1924’de mahkeme sonuçlandı. Ancak delil yetersizliğinden sanıklar beraat etmişlerdi”(Atatürk Araştırma Merkezi Degisi, Sayı 22, Kasım 1991. Sözü edilen gazeteciler davası ile ilgili olarak ise Özkaya şunları kaydetmiştir: Cumhuriyetin ilânından sonra, ne yazık ki, Vatan, Tanin, Tasvir-i Efkâr gazeteleri halifelik lehinde ve Cumhuriyet aleyhinde yazılar yazmaya başlamışlardı. Halife Abdülmecid’in beyanatları da siyasete çok yatkındı… Dünyevî iktidar nimetlerine alışık olan Osmanlı sülalesinin, halifeliği gene dünya imtiyazları için kullanacağı, saltanatın yeniden ihya edilmesi olanağı nedeni ile Türkiye Cumhuriyeti yönetimine karşı kuşku duyması ve fırsat beklemesi olağandı. Meclis de halife konusunda tedirgindi. Nitekim, Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşa gibi askerî liderlerin halifeye yaptıkları ziyaret Meclis tarafından hiç hoş karşılanmıyordu. Rauf Bey, daha önce belirttiğimiz gibi Mecliste Cumhuriyet taraftan olduğunu belirtmiş ise de, samimi olarak buna taraftar değildi…Halifenin şatafatlı hareketleri Meclis tarafından hoş karşılanmamaktaydı…İstanbul gazetelerinin bazıları halifeliğe dört elle sarılmış ve bunu siyâsî tartışma konusu yapmışlardı. Sözde, Halife yazı masasına oturup, Vatan Gazetesi’ne demeç vermiş, kendisine İslâm Dünyasından binlerce mektup ve telgraf, heyet gelmiş, İslâm Dünyası istemedikçe kendisi de istifa etmeyecektir. Aynı gazete, 9 Kasım 1923’de, Hükümetin, hilâfetin görevini tespit etmesinin gerektiğini de öne sürüyordu. Şimdiye kadar, bunun yapılmamasının özür kabul edilemeyeceği yollu bir de tehdit savuruyordu. Tanin Gazetesi ise, 10 Kasım 1923’de, Lütfi Fikri Bey’in “Halifeye Açık Mektup” adlı yazısını yayınlıyordu. Bu yazıda, halifenin istifası ile ilgili haberlerin millette üzüntü uyandırdığı, halifeye saldıranların İslâm ülkeleri yerine Türklerin olmasının doğru olmayan bir hareket olduğu açıklıyordu… Bahis konusu ettiğimiz halifelik ile ilgili yazılara, 11 Kasım 1923’te, Tanin’de “Şimdi de Hilâfet Meselesi” adlı yazı eklendi. Bu yazıda, hilâfet kalkarsa, Türkiye’nin İslâm Dünyası’nda önemi kalmayacağı, bunun milliyetçilik olmadığı savunulmaktaydı. Gazi hazretleri, buna verdiği cevapta, Cumhuriyetsiz olunamayacağını, halifelik ile Cumhuriyetin uzlaşamayacağını hatırlatmak zorunda kalmıştır. Gazetelere beyanat veren Rauf Bey kendini savunarak, sözlerinin yanlış anlaşıldığını belirtmesine karşın, İsmet Paşa, Rauf Bey ve arkadaşlarının Helife’yi ziyaret konusunun, Halife sorunu olduğunu, hilâfetin Türkiye’yi sürüklediği felaketlerin büyüklüğüne değinip “Tarihin herhangi bir devrinde, bir halife kafasından bu memleketin mukadderatına karışma isteği geçirirse, o kafayı mutlaka koparacağız” diyerek gerekli gözdağını vermişti…1923 Aralığında, Tanin, Tevhid-i Efkâr, İkdam gazeteleri, Müslüman Dünyasının iki büyüğü olan Hintli Ağa Han ile Arap Emiri Ali’nin Başbakan İsmet Paşa’ya hitap eden mesajlarını yayınladılar. Bu mesaj, bir çeşit nümayiş belgesiydi. Bu mesaj yayınlanınca, Mustafa Kemal, derhal Millet Meclisini toplantıya çağırdı. Daha önce kısaca değindiğimiz üzere, Meclis’ten bu konuya büyük tepki geldi. Gizli olarak yapılan toplantıda, Gazi, kendisine yollanan Ağa Han’ın mektubunun Londra’dan postaya verilmesine karşın, mektubun eline geçmeden muhalefet yayın organlarında yayınladığını, bunun ise genç Cumhuriyetin düşmanlarının komplo hazırlığı içinde bulunduklarını, sultan-halife koalisyonu havasına girip, eskiyi diriltmek istediklerini belirtti. Bu yazılar gerçekten de, 1 Kasım 1922 tarihli karara, yani saltanatın kaldırılması karar ve inkılâbına aykırı idi. 27 Aralık’tan itibaren de Hüseyin Cahit (Tanin Sahibi ve Yazı işleri Müdürü), Ahmet Cevdet (İkdam Gazetesi), Velid Bey (Tevhid-i Efkâr) ve Hayri Muhiddin mahkemede yargılanmakta idiler. 1 Ocak 1924’de yapılan duruşmalarda, Velid Bey şimdiye kadar Cumhuriyeti savunduğunu, niyetlerinin memlekette huzuru sağlamak olduğunu, Türkiye’de halk idaresinin egemen bulunduğunu, Cumhuriyetin yalnızca bir kelime değişikliğinden ibaret olduğunu ileri sürdü. Ayrıca, Ağa Han’ın mektubunun yayınlanmasında da en ufak bir kötü niyetin olmadığını, bu yayının ehemmiyetsiz bir olaydan ileri geçemeyeceğini, Cumhuriyet konusunda gazeteci olan Ahmet Ağaoğlu ve Celâl ile tartışmalarda bulunulduğunu, kendisinin 2 Aralık 1923’de Cumhuriyeti öven bir yazıyı yayınladığını belirtir. Velit Bey’e göre, o tarihlerde bütün İstanbul Basını Cumhuriyeti tenkit etmişti ve kendisi bunu şu şekilde dile getirmekteydi: Cumhuriyetin ilânı günlerinde İstanbul’daki matbuatın kaffesinde (hepsinde) şekl-i ilân hakkında az çok tenkidât (tenkitler) görülmüştür”. Gene, Velid’in ifadesine göre, Vatan Gazetesi’nde Ahmed Emin Yalman Cumhuriyetin zararlarından şöyle söz etmiştir: “Birincisi devletin şeklini değiştiren mühim kararların bir iki saat içinde, pek mahdud münakaşaları müteakib ittihaz edilmiş olmasıdır. Halk Fırkası tebdil (değiştirme) tekliflerine Pazartesi günü saat ikiden sonra muttali olmuştur”. Akşam Gazetesi’nden Necmeddin Sadak ise, Velid’in ifadesine karşı, 31 Ekim tarihli makalesinde şöyle demektedir: “Türlü türlü projeleri yapılarak, aylardan beri müzakere edilen ve bir türlü tatbik edilemeyen bu esaslar nasıl oldu da bir gece içinde kabul edildi? Fırkada bu usule muhalif mebuslar vardı. Onlar niçin muhalif idiler. Ve bir iki saat içinde ictihatcılannı, nasıl değiştirdiler”. Velid Bey, daha sonra, kendi yazılarından örnekler vererek, kendisinin hep Cumhuriyet savunduğunu, Onun için çalıştığını ifade etmiştir. Sonuçta, gazete sahipleri ve başyazılarının savunması dinlenmiş ve 2 Ocak 1924’de beraatlerine karar verilmiştir. Bu arada, Tanin’de çıkan yazısından dolayı, yıkıcı emeller etrafında yasanın mutlak ve açık hükümleri ile yasaklamasına karşın yayın yaptığı için Lütfi Fikri Bey, beş yıl kürek cezasına çarptırılmış ise de, 23 Şubat 1924’de cezası af edilmiş ve tahliye olmuştur… Gereksiz dış müdahaleler halifeliğin kaldırılması yolunda, Gazi’nin işini kolaylaştırdı. Önce bahsettiğimiz mektubun gazetelerde yayınlanması, Mecliste Halifeliğe karşı bir tepkinin uyanmasına neden olmuştu. Bu mektup, halifeliğin Türkiye’yi şeriata ve eskiye bağlayan bir zincir olduğunu ortaya koyuyordu. Halifeliğin kaldırılacağı haberi de, Cumhuriyetin tesis edilişinde olduğu gibi, yabancı bir dergide, Revue Des Deux Mondes’da daha önce yayınlanmıştı. Aslında, birkaç ay önce verilen demeçte, Gazi, Hükümet var iken Halifeliğe gerek olmadığını açık açık ortaya koymaktaydı.
Şimdi yine başlangıçtaki kaynağa dönerek dışarıdan siyasi durumun nasıl algılandığına bakalım. G. Asthakov’un izlenimleri şöyle devam ediyor: Bu olayların sonunda ne oldu? Gerici gazeteciler İstanbul’da tutuklandı ve acımasız cezalara çarptırıldı. Rauf Bey buna rağmen Halk Partisi’nde kaldı. Rauf Bey ki, tutucu basının kendisini günün adamı, muzaffer olarak göstermesine, dostlarının ünleri çerçevesinde verimli bir reklam yapılmasına izin vermiştir. Şimdi öğrenmiş bulunmaktayız ki Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa, Adnan Bey, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa gericilerin yanı başında yer almışlar. Yeni Gün, “Cumhuriyetçiler ve anti-cumhuriyetçiler savaşmaktalar” diye yazıyor…Doğrusunu söylemek gerekirse, güncel çatışma liberal ve tutucu kesimleri karşı karşıya getiriyor. Türk devriminin teorisyenlerinden biri olan Prof. Ziya Gökalp, Halk Partisi’ni liberallerden oluşma bir blok ve birleşmiş tutucuları, köktencilerle gericilere karşı olarak tanımladı. Düşüncesine göre, gericilerle köktencilerin tasfiyesinden sonra savaşın liberallerle tutucular arasında başlaması gerekir. Öyle görünüyor ki durum tam böyle…Geçen bahar işçi ve köylü köktencilere siyasal faaliyet konusunda hoyratça baskı ölçüleri konusunda ayrıldılar. Eski Meclisin Haklarını Koruyucular, kendilerini illegal faaliyete indirgenmiş bulduklarında gericiler yaz sonunda aynı akıbete uğradılar…Son yaz sonunda seçmenler, eskiden tutucu liberal bloku temsil eden Rauf Bey’i iktidarı terk etmeye zorladı. Cumhuriyetin acilen ilanı, bir savaş bildirgesiyle karşılaştırılabilecek liberal konulardan biriydi. Blok halen mevcut, ancak derinden sarsılmış durumda. Bize öyle geliyor ki bir süre sonra dağılıp gidecek. Çok yakın bir gelecekte, daha geçenlerde kıyıma uğratılan köktencilerin desteklediği liberal Kemalistlerle, gerici tüm kesimlerin kendisiyle birleştiği tutucular arasında bir savaş kopacaktır (Komintern Belgelerinde Türkiye-2). Nitekim de kopmuştur.
16 Ocak 1924 tarihli yukarıda aktarılan gözlemde adı geçen “liberaller”, saltanata ve hilafete karşı olan Mustafa Kemal ve yakınındakileri nitelerken, “gericiler” ise “liberaller” in kontrolündeki Ankara Hükümetine ve Mustafa Kemal’e karşı İstanbul’da kendilerinin merkezinde yer tutacakları saltanat ve hilafetin yeniden güçlenmesi özlemi ve arayışı içinde olanları anlatmaktadır. Buna karşılık “köktenciler” olarak belirtilen grup ise kanımca Birinci Meclis’te ikinci grubu oluşturan kesimi tanımlamaktadır. “Daha geçenlerde kıyıma uğratılan köktenciler…” ifadesinde işaret edilen “kıyım” ise 1923 yılında yapılan ve Halk Fırkası’na Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin kontrolünde yapılan seçimlerdir. Bu seçimler 1. TBMM’de muhalefeti oluşturan İkinci Grup tarafından boykot edilmiştir.
Bu bölümü bağlamadan önce konumuz açısından altı çizilmesi gereken noktanın, Osmanlı İmparatorluğu’nun sivil-asker bürokrat ve bazı aydınlarınca yönlendirilen Kurtuluş Savaşı’nın hedefi olan; istiklâl, vatanının namusunun kurtarılması ve düşmanın defedilmesi fikrinin etrafındaki ittifak, bu amaca ulaşılmasını takiben yerini yeniden merkezi güç tesisi mücadelesi ve buna karşı muhalefete terk etmiştir. Buna yönelik olarak da taraflar ve saflar belli olmaktadır. Ayrıca, Sözü edilen ittifakın iğreti ve geçici niteliği, kurtuluş mücadelesinin en kritik anlarında dahi göz önündedir. Bu görüntüyü anlatmak için Birinci TBMM’nin sahne olduğu çetin güç mücadelesinden pek çok örnek vermek mümkündür. Ancak bunun öncesinde ortaya koymaya çalıştığım saptama bu siyasi mücadelenin taraflarının siyasi yöntemlerinin daha öncekilerle benzeşen karakteri ise yine yukarıdan aşağıya, yani yönetime talip olanlardan topluma doğru olmasıdır.

Millet İradesinden Hareketle-3

Günümüzün revaçta söylemi olan “millet iradesi” kavramı üzerinden yakın dönem siyasi akımların etkileşimi ile ilgili yüksek sesle okumaya ve düşünmeye devam ediyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme döneminde devletin farklı kademelerindeki asker, sivil bürokraside ve aydınlar arasında kurtuluş arayışları arasında öne çıkan “osmanlıcılık, “islamcılık” ve “milliyetçilik” akımları, farklı derecelerde de olsa temelde çareyi yüzünü batıya dönmekte bulan fikir akımları olmuştur. Tanzimat ve İslahat dönemlerinin taklit kurumsal aktarımlarına dayanan şekli batılılaşma gayretlerine hem felsefi hem de güç dengelerinin değişimi nedenleriyle tepki olarak doğan bu akımların, iç içe geçen evrilme süreci, gerek dünya siyasi konjoktürü ve gerekse millet sistemine dayalı dönemin Osmanlı Toplumu’nun aynı zamanda çökmekte olan ekonominin de etkisiyle çözülen sosyal yapısının yol açtığı çevre-merkez çatışmasını ve farklı dürtülerin harekete geçirdiği iktidar çatışmalarını içinde barındırmaktadır. Bu haliyle söz konusu akımları net tariflerini yaparak sınıflandırmak ve birbirini takip eden dönemler itibariyle izlerini sürmek ve buna dayalı çıkarımlarda bulunmak zorluklar içermekle birlikte farklı kaynaklardan hareketle bu çabayı sarfetmekten kendimi alıkoyamadım. Bu çabanın ortaya çıkardığı ürün alışılagelen bir sistemetik içermese de toparlayıcı bir sonuca ulaşmayı hedefliyorum.
Bu bölümde bir önceki yazının kaldığı yerden bu kez farklı bir kaynağa, Kemal H. Karpat’ın “Türk Demokrasi Tarihi” (1967) isimli kitabına başvurarak devam ediyorum. Karpat Tanzimat döneminin siyasi oluşumlarının gelişimini özetlediği bölümde şunları kaydediyor: “Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğundaki Hıristiyan azınlıklar milliyetçi amaçlarla siyasal dernekler kurmuşlardı. Daha sonraları müslüman tebaa arasında da bu çeşit dernekler meydana getirildi. Bunlardan birincisi, bir kısım müslüman aydınlar tarafından 1859’da İstanbul’da kurulmuş olan Fedailer Cemiyeti idi; bu aslında, padişahın Hıristiyan tebaaya eşit haklar tanınmasına karşı bir tepki idi. Ardından, 1865 yılında, Yeni Osmanlılar cemiyeti kuruldu; meşruti idare sistemini amaç bilen, Osmanlılar arasında kurulmuş ilk büyük siyasi teşekküldü bu; Paris ve Londra’da faaliyet gösteriyordu. Yeni Osmanlılar, reformların lâyik vasfını tenkit ediyorlar, bu yüzden İmparatorluğun şeriata gerektiği gibi riayet edilmeksizin, yani İmparatorluğun dayandığı ruhi temellere aykırı olarak, idare edilmeye başlandığını iddia ediyorlardı. Bu gurubun başında bulunan Namık Kemal, yeniçerileri kaldırdıktan sonra din-dışı usüllerle kendi mutlak istibdadını yürüten bir padişaha itaat için haklı bir sebep görmüyordu. Onun o meşhur hürriyet kasidesindeki hürriyet isteğinin gerçekte, Müslümanlığın esas akidelerine aykırı olarak İmparatorluğu idare eden padişahı tenkitten başka bir mânası yoktur….Abdülhamit’in hürriyetleri birer birer yok edip 1877’den sonra Kanunu Esasi’yi de yürürlükten kaldırması üzerine önce İmparatorluk sınırları içinde, sonraları dış memleketlerde gizli cemiyetler kuruldu; zamanla bunlar Jön Türkler adiyle tanındı. Başlıca maksatları 1876 Anayasası’nı tekrar yürürlüğe koydurmaktı.”
Anlaşıldığı üzere, Yeni Osmanlıların Tanzimatın kurumsal aktarım ve şekle dayanan batılılaşmasına ve güç dengesindeki değişime olan tepkisinin, “hürriyet” sloganı ile toplumun temel değer sistemini oluşturan müslümanlık ve şeriat üzerinden ifade etmelerinden sonra, bu kez de hedefte Abdülhamit’in baskı rejimine karşı Kanuni Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymak üzere bütün Jön Türk kurumları birleşmişlerdir.
Tarihin akışının adeta hızlandığı bu dönem içerisinde olayların ve kurumların gelişim yönünün bir özeti için yeniden Kemal H. Karpat’a dönmek gerekmektedir. “Çeşitli memleketlere dağılmış bütün Jön Türk gruplarını bir merkez etrafında birleştirmek ve ortak bir hareket yolu çizmek amacıyla Paris’de 4 Şubat 1902 günü gizli bir toplantı yapıldı. Kısmen şahsi tartışmalar yüzünden, ama asıl, tasarlanan iç ihtilale ordu ve yabancı yardımının katılıp katılmaması konusundaki görüş ayrılıklarından dolayı konferans ikiye bölündü. “Müdahalecilerin” yani ihtilâle ordu ve dış yardımın katılması görüşünü savunanların başında Prens Sabahattin vardı. Bunlar ana teşkilattan ayrılarak Teşebbüsü Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdular. Ahmet Rıza Bey’in başında bulunduğu, ve aykırı görüşü savunan grup ise cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti şeklinde değiştirdi. Bundan böyle bu cemiyet Jön Türklerin en ileri gelen teşekkülü oldu…. Ahmet Rıza Bey’in cemiyeti asıl 1906’da Selânikte subay ve devlet memurlarından bir grupun kurmuş olduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile birleştikten sonra kuvvetlendi.”
Daha sonra 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanına yol açan sürecin öncülüğünü yapan bu kadronun sınıfsal tahlilini Karpat şu şekilde yapmaktadır: “İktidarı ele geçiren bu aydınlar zümresi Osmanlı İmparatorluğunda ondokuzuncu yüzyılın sonlarında meydana gelmeye başlayan alt-orta sınıftan gelme idi. Genç Türklerin en meşhurlarından Talât Paşa mütevazı bir aileden gelme bir posta memuru idi. Selânikte başlatılan 1908 ihtilâlinin öbür yapıcıları da aşağı sınıflardandı. İktidarı ele aldıktan sonra padişaha az buçuk bağlandılarsa da padişahın etrafındaki idareci sınıfla çatıştılar, önceleri Sultana bağlı hâkim zümreye itaati kabul ettiler ama sonraları bunları yerlerinden atarak kendi idarelerini kurdular ve Sultanı nüfuzları altına aldılar.” Bu aktarımdan sonra saptamak gerekir ki: 1876’da II. Abdülhamit’in tahta çıkmasına da yol açan I. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Sultanın ipleri tekrar eline alarak mutlak iradesini kurmasına tepki olarak Tanzimat döneminin güç ve iktidar kaybına uğrattığı kesimlerin merkezi irade ve bürokrasiyle çatşmasının sonucunda gelişen Jön Türk hareketi Yeni Osmanlılar’a benzer bir şekilde ancak bu kez “ideolojik” olarak da bölünerek iktidarı ele geçirmiştir.
1908 yılını takip eden ve temelinde yenilikçilik (alt kolları; Batıcılık ve Türkçülük) muhafazakar-islamcılık ayrışmasının hakim olduğu dönemi ise Karpat şöyle özetlemektedir: “1908 yılına kadar İttihat ve Terakki sadece Sultanı 1876 Anayasası’na riayete zorlamak amacını güden bir siyasi dernekti, oysa şimdi birdnbire kendisini memleketi idare etme vazifesiyle yüklü buldu. Hükümeti devralmaya hazırlıksız olduğunu bilen Cemiyet ilkin iktidara geçmemek, sadece “vatani” bir dernek olarak kalmak kararını verdi, ama öbür yandan da 1908 seçimlerinde kendi namzetlerini öne sürerek Mebusan Meclisini kontrolü altına almaktan da çekinmedi. İttihat ve Terakki’nin tahakkümünü önlemek amacı ile Temmuz 1908’den sonra kurulmuş olan muhalif Ahrar Partisi Mebusan Meclisine ancak bir mebus gönderebildi…Seçimlerden sonra garip bir durum ortaya çıktı: Sultanın yürütme yetkileri, İttihat ve Terakki üye ve taraftarlarından meydana gelme yasama organınca sıkı kontrol ediliyordu, oysa İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasal bir parti değil, sadece kültürel bir dernek olduğunu ileri sürüyordu. Bir yandan da Cemiyetin gizli merkez komitesi bütün siyasal faaliyetleri kontrol ediyordu…Zamanla İttihat ve Terakki politikaya daha fazla karıştı. Üyelerinden bulunan Sait Paşa’yı hükümetin başına getirdi. Bir yandan Cemiyetin tahakküm ve gizliliğinin, bir yandan da cemiyet üyelerinin kötü hareketlerinin sebep olduğu tenkitler karşısında Cemiyet, çokluk kendi saflarından ayrılmış olanların kurmuş oldukları muhalif partileri yok etmiye kalkıştı. 13 Nisan 1909 günü beliren gerici-dinci bir isyan hareketini, 31 Mart Vakası’nı fırsat bilerek bu hareketi teşvik ettiler bahanesiyle Ahrar, İttihadı Muhammedi, Fedakâranı Millet ve Heyeti Müttefika-i Osmaniye pertilerini kapattı; II. Sultan Hamit yerine V.Mehmet getirildi (1909-1918)…Bununla beraber muhalefet, iktidar partilerinin sıralarından ayrılanlarla gittikçe genişlemekte devam etti. Nihayet, Mutedil Hürriyetperveran, İslahatı Esasiye-i Osmaniye ve Ahali partileri gibi başlıca muhalefet partileriyle Rum, Ermeni, Arnavut, ve Bulgar azınlıklarının meclisteki mümessilleri birleşerek Hürriyet ve İtilaf partisini kurdular (21 Kasım 1911). İktidarı kaybetmek tehlikesiyle karşılaşan İttihat ve Terakki Anayasada dilediği değişiklikleri yaptıktan sonra çok sıkı baskı altında seçimlere giderek Mebusan Meclisine tamamen hakim oldu. Bununla beraber, ittihat ve Terakki 1912’de kısa bir zaman için iktidardan düştü; bunun başlıca sebebi subayların kurmuş oldukları tedhişçi, ihtilalci bir grup olan Halâskâr Zabitan Grubu’nun baskısı idi. Ocak 1913’de bir hükümet darbesiyle İttihat ve Terakki ı tekrar iktidar ele geçirdi ve az sonra da genel kurulunu toplayarak siyasi bir parti hüviyetini almak kararını verdi. Bu haliyle 1918 yılına kadar hükümeti elinde tuttu.”
Diğer taraftan II. Meşrutiyet döneminin adeta fokurdayan bir kazanı andıran fikri akımlarının bu görüntüsüne karşın toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarından hareket ve bunları temsil eden bir yönünün bulunduğu söylenememektedir. Kurumsal olarak temelde Tanzimat’ın tepeden inme reform hareketine karşı ve İmparatorluğu çöküşten kurtarma amacı etrafında toplanan aydınların başını çektiği ve I. Meşrutiyet öncesi Yeni Osmanlılarla başlayarak II. Meşrutiyet öncesinde ve sonrasında Jön Türkler ve bundan ayrılan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve muhalifi siyasi oluşumlar yer almaktadır. Nitekim zıtlaşmanın çatışmaya dönüştüğü, “Parti mücadelesinden çok Tunaya’nın (Tarık Zafer) değimi ile, “parti savaşı” olarak tanımlanacak bu akışta, iktidar ve muhalefet partileri birbirlerine karşı acımasız ve tahammülsüz davranmışlar, iktidar mücadelesinde meşru olmayan yolları zorlamaktan çekinmemişlerdir.”(Rukiye Akkaya, “Prens Sabahattin, 2005, s.50).
Millet iradesi kavramından hareketle belirli kaynaklara da başvurarak serbest düşünme ve yazma eylemi biçiminde devam eden dizi yazının bu bölümünde Cumhuriyet öncesi dönemi noktalamadan önce vurgulamak istediğim diğer bir saptama da; Tanzimat sürecinden başlayarak iktidarı elinde tutan merkezi otoriteye karşı gelişen fikri ve siyasi hareketlerden İslamcılık olarak nitelenen söylemle Libaral-Hürriyetçi söylemin sahiplerinin genelde muhalefette kalmış olmalarının da etkisiyle birbirlerinden destek alarak mücadele yolunu seçtikleridir. Gerek Yeni Osmanlı akımının, Batıcı tepeden modernleşmeci Tanzimat üst bürokrasisine karşı hürriyet haykırışı ile yeniden İslama dönüşü içeren çözüm önerisi bir yana, hürriyet talebiyle Kanuni Esasiyi yeniden yürürlüğe koyduran ancak sonrasında eline geçirdiği iktidarı baskıcı bir rejime dönüşen İttihat ve Terakkiye karşı cephedeki örgütlenmeler ve isyanların gerisinde liberal şahsiyetler-kesimlerle, muhafazakar islamcı ve giderek şeriatçı şahsiyetler-kesimlerin yan yana hareket ettiklerine dair farklı kaynaklardan örnek vermek mümkündür.
Bir sonraki bölümle bağlantı kurmak açısından vurgulanması gereken nokta ise; Kurtuluş Savaşına giden süreçte dış konjonktürün de etkisiyle diğer akımların önüne geçen hareketin, daha çok yenilikçi bir içerikte ve Ziya Gökalp’in fikri öncülüğünde İttihat ve Terakki merkezli olarak gelişen milliyetçilik akımı olduğudur. Nitekim Karpat bu durumu şu şekilde vurgulamaktadır; “İttihat ve Terakki’nin 1916 ilâ 1918 genel kurul toplantılarında kendini belli eden lâyik tutum bir bakıma milliyetçiliğin öbür iki ana ceryanla olan münasebetlerini gösteriyordu. Harp, İslamcıları siyasal bir kuvvet olarak ortadan kaldırmış, Batıcıların da iki esas fikrini, Osmanlılığı ve dinin İmparatorluğun temeli olduğu fikrini çürüterek onları da çok zayıflatmıştı. Garpçı’ların yenileşme konusundaki pratik fikirlerini de milliyetçiliğe katılarak kısmen uygulanmasına bile geçilmişti. Böylece, Birinci Cihan Harbi sona erdiğinde Türkiye’de ayakta kalabilmiş biricik ideoloji milliyetçilikti. 1918’den sonra meydana gelen olaylar ise, milliyetçiliği Turancılıktan temizleyip genişletmekten başka çıkar yol bırakmıyordu.” Bununla birlikte milliyetçiliğin eldeki tek tutarlı ideoloji olarak kalmasının diğer akımların temsicilerinin sahneden çekildiği anlamına gelmediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Millet İradesinden Hareketle-2

Önceki yazıda, Millet İradesi kavramının yakın döneme ilişkin siyasi oluşumlardaki yansımasından hareketle; siyasi partiler, fikir akımları ve anayasa hukuku alanlarında başlıca kaynak kişilerden olan Tarık Zafer Tunaya’ya başvurarak Meşrutiyet döneminde yıkılmakta olan imparatorluğun kurtuluşu için ortaya çıkan akımlar arasında bulunan “İslamcılık Akımı” nın detaylı sayılabilecek bir anlatımı yapılmıştı.
Bu yazıda ise amaçlanan, söz konusu akımların karşılıklı etkileşimini ve Milli Mücadele ve Cumhuriyet’e giderken yaşananları incelemek ve nihayet gelişmelerin günümüz siyasi yapısına olan etkilerine değinmeye çalışmak olacaktır. Ancak daha önceki yazıda başvurulan kaynağın yazarının nesnelliğinin kaygı uyandırması olasılığına karşı farklı bir kaynağa başvurmak yararlı olacaktır. Bu kapsamda, “Şeriattan Laikliğe” isimli kitabında Sadık Albayrak Meşrutiyet dönemi ve sonrasındaki İslami düşüncedeki gelişmeleri anlatırken İslamı yeniden canlandırmaya kalkışan Yeni Müctehid – Reformcular olarak nitelediği ve dinde yeni içtihat (yorum) taraftarları olarak eleştirdiği kesimin temsilcilerinden Şemseddin Günaltay’a yönelik olarak şu kaydı düşmektedir(s.303-305): “İslam’a, müctehidlere hakaret, İslamda yeni bir inkilab isteyen Şemseddin Günaltay, dini müesseseler kaldırıldıktan sonra rejime tamamen uymuş ve devrin diktatör partisi C.H.P içinde hizmetlerine devam etmiştir. Çeyrek asır bir zaman içinde milletin maddi ve mânevî hayatına en büyük baskıları yapmaktan kendini alamayan ve bu bakımdan milletin nefretini kazanan C.H.P.’nin zevâli (sonu) yaklaştığı sırada, Meclise müslümanların canına ot tıkayacak olan 163. Madde sevk olunmuştur. Bu kanûnun müzakeresi sırasında, 8, 9 ve 10 Haziran 1949’da yapılan müzakerelerde şiddetli münakaşalar olmuş ve 163. Maddenin Ceza Kanûnuna konulması için C.H.P. bütün mevcudiyeti ile uğraşmıştır. Günümüzde bile müslümanların başından aşağı Demoklesin kılıcı gibi duran bu maddeye karşı çıkanlara cevap mahiyetinde, İsmet Paşa’nın cankurtaran simidi eski âlim ve müctehidlerden (!) Başbakan Şemseddin Günaltay kürsüye gelerek şöyle konuşmuştu: “Biz memelekette ihtilâl ve irticaı yaşatmıyacağız. Buna meydan vermemek için çalışıyoruz. D.P. Başkanı (Celâl Bayar) ile bu mesele hakkında birkaç defa konuştum. D.P. Başkanı daima irtica endişesini izhar etti. Ben kendisine irtica-ı önleyecek bir kanûn tasarısı hazırlayacağımı söyledim. Sizlere mi, Başkanınıza mı inanayım? Rica ederim, samimi olunuz, Efendiler! (Fuat Köprülü bunun böyle olmadığını söylemiştir)”…“Kanûn belki hiç tatbik edilmez. Fakat, Hükümet elinde böyle bir kanûnun bulunması, memleket düşmanlerına ve fena düşünenlere karşı hükümeti önleyici imkânla techiz edecektir.(Sağdan: Tehdit olarak kullanmak için, sesleri)”… “Lâisizme gelince: Bizim anlayışımıza göre, lâisizm, devlet işlerine yani milletin hayat ve kanûnlarına esas olarak başka menba’lara müracaat etmeksizin B.M. Meclisinin hükümlerini sağlamaktır. Din ile dünyayı ayırmanın manası budur. Lâisizmi dünya işlerine, din işlerini karıştırmamak, diye tarif ediyorlar ve bundan lâisizmin bir nevi dinsizlik olduğu neticesini çıkarmak istiyorlar. Fakat bizim anlayışımız hiç de böyle değildir. Bizim anlayışımıza lâisizm, bizim hayata aid bütün kanunlarımızı ancak B.M. Meclisi yapar demektir, başka hiçbir kaynağa istinat etmeyiz, demektir. Açıkça izah, edeyim, daha şu demektir: Arabistanın Hicaz çöllerinde yetişmiş olan İmamı Mâlik, bin bu kadar sene evvel, o zamanın ve o muhitin icab ve ihtiyacına göre yaptığı ictihadlara ittiba’ edecek değiliz. (Soldan bravo sesleri ve alkışlar) Yine söyleyeyim, Afrika’da Berberîler arasında yaşayan İmamı Hanbeli’nin memleketinin icab ve ihtiyaçlarına göre kurduğu esasları kabul edecek değilim. Bizim kabul edeceğimiz kanûnlar, bu memleketin ihtiyaçlarını bilen, yine bu memleketin en güzide evlatları olarak seçilip B.M. Meclisine gelen Milletvekillerinin tanzim edecekleri kanûnlardır.(Soldan alkışlar.)”
Şemseddin Günaltay, bu konuşmasında memleketimizde müslümanların daha çok Hanefî ve Şafîî Mezheplerine mensup olduklarını bildiğinden, daha fazla olarak da Mâlikî ve Hanbelî Hazretlerine ve mezheplerine çatmıştır. Bununla aslında hücûm İslam’a yapılıyordu.” Koyu İslamcılığın simalarından olan yazar Albayrak, Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan İslamcı Akımın temsilcilerinden ve 1949-50 yıllarının 18. Cumhuriyet Hükümeti’nin C.H.P.’li Başbakanı Şemseddin Günaltay’ı İslama karşı tutumu nedeniyle kendi sözleriyle böyle eleştirmektedir 1977 tarihli kitabında. Oysa 1924 Yılında kurulan İlahiyat Fakültesi’nin başına getirilen ve “dinin cemiyetlerin temel duygusu olduğunu” ve “din duygusu ne kadar canlandırılırsa fertlerin insanlığa o kadar yaklaşacağını” savunan ve T. Zafer Tunaya’nın nitelemesiyle İslamcılık akımının temsilcilerinden olan Günaltay sistemin laik yapısından ne anladığını açıklarken, din ve devlet işleri ayrımının, dinin toplum hayatına yön vermesinin yine toplumun yapısına ve günün koşullarına uygun olarak bizzat T.B.M.M. eliyle yapılmasının gereğini ifade etmektedir. Bu anlayışta dinin siyasetin etki alanından ve devlet işlerinden ayrılması anlamını çıkarmak olası görünmemektedir. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=99163
Tekrar başlangıçtaki tartışma noktasına döndüğümüzde, ekonomik dışa bağımlılıkla beraber gelen sosyal sorunlar ve devletteki çözülmeye çare olarak meşrutiyet döneminde ithal edilen batılı kurumların getirdiği yabancılaşma Osmanlı’nın kurtuluşunun İslam’a ve şeriata yeniden dönüşte olduğu düşüncesine zemin kazandırdığının altını çizmek gerekmektedir. Bu noktada Ahmet Yücekök 100 Soruda Türkiye’de Din ve Siyaset isimli kitabına başvurmak Yararlı olacaktır (s.69-73): “ İslam dini kamu hukukunu düzenleyen bir din olduğundan ve Tanrının iktidarını yeryüzüne indiren bir devlet teorisine sahip bulunduğundan İslam diniyle bir bütün meydana getiren politik doktrin de daima şeriata dayanan bir devlet anlayışı olmuştur…Köksüz ve etkisiz bir batılılaşmaya karşı başlatılan bu dinsel tabana oturtulmuş muhalefetin en ilginç yanı, muhalefetin başını çekenlerin batılaşma sonucu çıkar ve statü kaybına uğramış aydın-bürokratlar olmasıdır….Padişah adına hareket ettiklerini öne sürerek Osmanlı ülkesinin zararına eylemlerde bulunan büyük bürokrasiye karşı Yeni Osmanlıların yaptığı muhalefet yalnızca Osmanlı Devletini parçalanmaktan korumak değil fakat büyük bürokrasinin mutlak gücünü sınırlayarak kendi statü kayıplarını da telefi etmek amaçlarını taşımaktaydı. Bunu sağlamak için iktidarın tek elde toplanmasını zararlı bir güç olarak görüyorlar ve iktidarı Montesquieuden esinlenerek kuvvetler ayrımı ilkesi ile sınırlandırma amacını taşıyorlardı. Şurayı Ümmet, Şurayı Devlet ve Meclisi Ayan’ın kurulması ile bu kuvvetler ayrımı ilkesi gerçekleştirilecekti. Bu şekilde başta padişahın olduğu meşruti bir idare öngörülüyordu… İşte siyasal iktidarın mutlak gücünün bu şekilde sınırlanması şeriata dayandırılmak istenmiştir. Bu konudaki yaygın Yeni Osmanlı görüşü şöyledir: Başkalarının özgürlüklerine dokunmamaları için insanların özgürlüklerine sınır konulmalıdır ve insanlara da özgürlüğü Tanrı verdiği için bu sınırlama işlemi de gene en iyi Tanrı tarafından yapılacaktır. Bu nedenle meşrutiyet rejimini Tanrıya dayanan hukuk bilinci, yani şeriat düzenlemelidir… Bu arada egemenlik hakkının halka verilmesini savunan Yeni Osmanlılar bunu da dinsel bir tabana oturtmakta sakınca görmemişlerdir. Devlet kişilerin kendi istekleri ile bir araya gelerek oluşturdukları manevi bir şahsiyettir. Bu nedenle Devletin, kendini meydana getiren kişilerin çıkarlarına ters düşen herhangi bir çıkarı olamaz….Bu, Rousseeau’dan esinlenen “genel irade” kavramı da, gayet iğreti bir şekilde, şeriat’da yer alan “Biat”(*) kurumu ile karşılanmak istenmişti. Padişahın İslâm cemaatine sembolik olmaktan öteye gitmeyen hesap vermesi olan biat, hiçbir zaman bir halk egemenliğini temsil eden kurum olmamıştır. Çünkü kötü padişahın halk tarafından değiştirilmesi “Biat” kurumunda belirtilmemiştir. …Yükselmeye, Osmanlı bütünlüğünü sağlamaya ve batı uygarlığı düzeyine varmaya yönelmiş Yeni Osmanlılar hareketinin, toplumun harcı olarak İslâmi esasları kullanmasını bir çelişki olarak yorumlayabiliriz… Fakat bunun bir çelişki olmasının suçunu yeni Osmanlılara yüklemek haksızlık olur. Çünkü Osmanlı toplumunda görev yapamıyan ve kültür ikileşmesi doğuran batı kurumlarını İslâmi tabana oturtmak yeni Osmanlılar tarafından kaçınılmaz olmuştur….Geniş Osmanlı kitlelerinin yabancılık çekmeden katılacakları bir sistemi yaratmak için baş vurulacak tek çare siyasal sistemi toplum içerisinde en yakın kültür ve değer sistemine dayandırmak olacaktır. Ama batıdaki temsil ve denetim kurumları ne İslâm dininde ne de sanayileşmemiş, farklılaşmamış bir altyapının kaderci ve otoriter bir yansıması olan Osmanlı siyasal kültüründe bulunmaktadır. Statü kaybından dolayı batılılaşmaya karşı çıkan Yeni Osmanlılar, sosyo-ekonomik yeteneksizliklerden dolayı yabancı ve olumsuz karşılanan batı kurumlarını şeriata dayandırarak sürdürmek istemişlerdi. Batıda çok başka gayelere ve sosyal güçlere dayanılarak kurulan bu kurumların şeriata dayanarak yaşayamıyacağı ise fark edilememişti. Ama özellikle Namık Kemal bunu belki de aşırı iyimserliğinden dolayı görememişti…Namık Kemal ve arkadaşlarının temel çelişkisi şudur: devleti kuran insanlar o devletin hukukunun da neya hizmet edeceğini en iyi kendileri bilirler. Halbuki Yeni Osmanlılar kurdukları devletin hukukunu Tanrının kurallarına bırakmaktaydılar….Osmanlı toplumunda, iğreti batılaşma sürecine doğan tepki, kültürel, sosyal ve ekonomik yetersizliklerden ötürü tek yaygın değer ve bilinç sistemi olan dine dayandırılmış, kurulmak istenen özgürlükçü düzen bütün iyi niyetlere rağmen gerçekleşememişti.”
(*) Peygamberimiz (sav) müslümanların hoşlarına gitse de gitmese de, kendilerinden olan, yani Allah’ın hükmüyle hükmeden emir sahiplerine, yani yönetim işinin kendilerine biat ile verildiği yöneticilere itaat etmek zorunda olduklarını, ancak onlar günâh olan bir şeyi emrederlerse onlara itaat etmenin gerekmediğini söylüyor. (Buhari. Ahkâm/4, 9/78-79)… Kendisine biat edilen kimse biatin gereğini yapmazsa, ya da veliyyü’l emr olmanın sıfatlarını kaybederse biat geçersiz olur. Biat edilenler Kur’an’a, Sünnet’e ve toplumun menfeatına uygun iş yaptıkları sürece de biat bozulmaz. http://www.vaaz-hutbe.com/forum/biat_bey_8217-t6884.html?t=6884

Millet İradesinden Hareketle-1

Günümüzün revaçta söylemi olan “millet iradesi” kavramının siyaset bilimindeki yeri ve bu konudaki literatürü şimdilik bir tarafta tutarak bu ifadenin yakın dönem tarihimizdeki siyasi akımlardaki yansımasının nasıl bir seyir izlediği ve günümüzdeki izleri konusunda bazı kaynaklara başvurarak sesli düşünme gereksinimi duydum. Farklı çağrışımlara ve tartışmalara neden olabilecek bir kavram üzerinden düşünmeye çalışmanın sıkıntısını duymamak olanaklı değil. Bu noktada düşünmeye M. Kemal Atatürk’ün adeta tarihle hesaplaşması niteliğindeki Nutuk’tan bir alıntıyla başlamayı doğru buldum. Bulunduğumuz coğrafyadaki siyasi yapılanmanın son asrına damgasını vuran bu insanın algılamalarından hareketle tartışmaya başlamanın yadırganacak bir tarafı olmamalı.
M. Kemal Atatürk, 1927 yılının Ekim ayında TBMM’de bizzat okuyarak tarihe yazdırdığı bu çalışmada, nesnel olarak kabul etmek gerekir ki o döneme kadar yaşanan hesaplaşmaların da etkisinin varlığında, sekiz yıl öncesindeki düşüncelerine atfen şu saptamayı yapmaktadır: “Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hayınlığından haberli olmadığı gibi o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil” (Söylev-I, Türk Dil Kurumu, 1966, s.8).
Yukarıdaki saptama, kendisinin ulus (millet) olarak nitelediği varlığın 1919 yılındaki sosyolojik yapısına ilişkin fikrini anlamak açısından önem arz etmektedir. Diğer bir ifadeyle, dönemin imparatorluk toplumuna hakim siyasi anlayışı, tarihsel olarak iradesini tanrıdan alan padişaha bağlı merkezi bir yönetim pratiğine dayanmaktadır. Nitekim Niyazi Berkes’e göre: “Bu sistemde devlet ve hükümet, halk sınıflarının çıkarlarını veya isteklerini temsil etmez. Onun için Osmanlı Sistemi hangi sınıflara dayanıyordu diye sormak abes. Hiçbir sınıfa dayanmıyor, sınıfları devlete dayandırıyordu. Devletin sınıflara dayandığı fikri yoktur zaten. Tersine, böyle bir fikir en korkulan şeydir, çünkü onlarca bu düzene ihtilal getirir. …Önemli olan şey devlet değil, hükümdar ve onun adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine uğramış başlarına devlet kuşu konmuş talihliler olduklarından kendilerini devletli sayarlardı. Devlet bir müessese değil güç sahibinin bir sıfatıdır… Bizde ancak Namık Kemaller zamanında devlet modern anlamını almaya başladı. Padişahları korkutan bu çeşit zındık fikirlerdi. Bugün bile okur yazar devlet adamlarımızın, devlet ile toplumsal sınıflar karşı karşıya getirildi mi tüyleri diken diken olmuyor mu? Çünkü demokratlık tasladıkları halde bunlar bile Osmanlılıktan henüz çıkmış değillerdir.”
Diğer taraftan, merkezi yönetim yapısının pratik ve akla dayanan uygulaması sayesinde artı değer yaratabilen padişah çevresindeki yönetici kadro içerisine girmenin kanalları halka açık haldedir. 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi isimli kitabında Murat Sarıca konuya ilişkin yorumunda; “Kanımızca Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı sınıflar yapısını, Osmanlıların devlet kurma konusunda doğal bir eğilime sahip oldukları, Osmanlı Toplumu’nda sınıfların bulunmadığı şeklinde yorumlamamak gerek. Böyle bir yorum, devleti, toplum dışı ve sınıflar üstü bir varlık olarak değerlendirmek anlamına gelir. Osmanlı’da ilk zamanlarda, Tanrı adına padişaha ait olan toprakların mülkiyeti değil, yalnızca kullanma hakkı (zilyetliği) görev karşılığı (fonksiyonel olarak) has, tımar ve zeamet olarak dağıtılıyor. Böylece artı ürün, vergi yoluyla, padişahla birlikte onun görev ve rütbe verdiği, dilediği zaman değiştirebildiği, kapıkulu dediğimiz bir zümrenin elinde toplanıyor. Öte yandan ticaret de padişahın iznine bağlı olduğu gibi merkezi devlet, gedik ve narh usulüyle, bütün ekonomik hayatı denetim altında tutabiliyor.” demektedir.
Yukarıda değinilen saptamalar da dahil olmak üzere Osmanlı devlet, toplum ve üretim yapısına ilişkin olarak ileri sürülen tezler bir dönemin üzerinde çok tartışılan konularından olmakla birlikte halâ birinin diğerine belirgin bir üstünlüğünün olduğuna dair bir uzlaşıdan söz etmek doğru olmayacaktır. Ancak altı çizilmesi gereken somut durum, yukarıda da ifade edildiği üzere, uzun süre çözülmeden ve her şeye rağmen ayakta kalabilmiş merkezi güce dayanan devlet sistemi ve onun bürokrasisinin varlığıdır. İşte imparatorluk dağılmaya başlayarak yıkılmaya yüz tuttuğunda çözüm için bulunan çareler de yine merkezi yapıya uygun olarak bu kadrolardan halka doğru olmuştur. Bu durum aşağıda detaylarına girmeyi düşündüğüm farklı akımlar için bir genelleme yapmayı gerekli kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle dönemin ağır siyasi ve toplumsal sorunlarına farklı fikir akımlarınca getirilen çözümlerin yönünün yukarıdan aşağıya yöneldiğini saptamak gerekmektedir. Bu anlamda söz konusu akımlarca millet iradesine dayanmanın ilk planda yer almadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu noktadan sonra Osmanlının çözülme sürecinden başlayarak kurtuluşun çaresi olarak ortaya çıkan başlıca eğilimlerden hareketle günümüze yansımaların izini sürmeye çalışmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Buna girişmenin ise bugün yaşanmakta olan siyasi gerilimin ve buna yol açan kırılmanın nedenlerini algılamaya yardımcı olabileceği kanısındayım.
Murat Sarıca yukarıda değinilen çalışmasında, Meşrutiyet döneminin kurtuluş akımlarından bir tanesinin, şeriat hükümlerinin tam uygulanması ve şeriata dönülmesi yoluyla eski Osmanlı düzeninin yeniden canlandırılması, diğerinin ise ordudan başlayan bir yenileşmeye girişerek ve Batıya öykünerek kalkınmaya çalışmak olduğunu belirtmektedir. Düşünme eylemimize yardımcı olacağı ve bugüne yönelik çağrışımları da dikkate alınarak bu akımları biraz daha yakından incelemekte yarar bulunmaktadır.
Nedir birinci grubun çıkış noktası ve çözüm önerisi? Bu konuda başlıca kaynaklardan olan Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri isimli kitabında “İslamcılık” olarak nitelediği bu akıma dair şunları kaydetmektedir: “İslamcılık cereyanı İkinci Meşrutiyetin en kuvvetli siyasi fikir cereyanı olmuştur. İlmiye sınıfının İmparatorluk içindeki nüfuzu bu cereyana Devlet teşkilatından faydalanarak geniş bir yayılma imkânı sağlamış ve şekillenmiştir. Devlet ödeviyle din ödevleri arasındaki ayniyet bu cereyanın Osmanlı ferdinin ve toplumunun hayatlarına tamamıyla hakim olmasının belli başlı sebebidir. …İslamcılar Batılılaşma meselesini, Doğu-Batı kıyaslamasından elde ettikleri sonuçlara bağlamışlardır. Öteki fikir ceryanlarında olduğu gibi, İslamcılar da İslam dünyasının, dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun gerileme ve yıkılma buhranları içinde olduğunu açıkça ortaya koymuşlar ve bu durumun sebeplerini araştırmışlardır. Şu kadar var ki İslam alemi, XX. Yüzyılda kalkınacağı zaman karşısında büyük bir medeniyet ve teknik devini, Batıyı bulmaktadır. İslam dünyası, muhakkak ki, kalkınması için Batıya muhtaçtır. Fakat önemli olan Osmanlı İmparatorluğu gibi bir İslam devletinin Batıdan ne alacağıdır. İslamcılara göre Batı ve Doğu medeniyetleri ayrı şartların ve sebeplerin eseridir. Bir medeniyet alanından diğerlerine geçmeye de lüzum yoktur. İslamcılar evvela iki meeniyet arasındaki farkları belirterek, Müslümanlığın Batı medeniyetine nazaran üstünlüğünde karar kılmışlardır. “Bedevi bir kavmi” yeryüzünün en ileri bir Devleti haline getirmiş olan İslamlık XX. Yüzyılda Batının varmış olduğu sosyal ve politik şartlara halen sahiptir, bu alanda Batı medeniyetin muhtaç değildir. Hatta Batı bu bakımdan geridir de… Demokrasi İslamda yüzyıllarca evvel kurulmuştur. Batı bu alanda geç bile kalmıştır. Batının asıl zayıf olan tarafı ahlâkı ve maneviyatıdır. İslamlık işte asıl bu alanda Batıdan hiçbir şey almaya mecbur değildir. Batı Doğuya nazaran sırf teknik bakımdan üstündür. Ekonomi, maddi alandaki kalkınmalar için gerekli metot ve malzemeyi ve yalnız bunları, Batıdan almak mümkündür ve gereklidir…. Batının ahlak, maneviyat bakımından geriliğinin baş sebebi layiklik rejimini kabulde görülür. Şeyh Abdülhak Bağdadi’ye göre, Batının siyaset prensipleri istibdatlarla savaş sonunda, bunlara bir reaksiyon halinde vücut bulmuştur. Bu doktrinlere göre istibdatların, geriliklerin belli başlı sebepleri arasında bilhassa “dini” baskılar gelmiştir. Sonuç olarak Batı, dini devletten ayırmıştır. O kadar ki din ve ahlâktan kurtulan siyaset başıboş kalmıştır….İslamcılar bu girişten sonra İslamiyetin içinde bulunduğu güç durumu saklamamışlardır. M. Şemsettin’e (Günaltay) göre, Batı büyük bir medeniyet yolunda hızla ilerlerken Osmanlı İmparatorluğu “Lale Devrini Küşad etmişti” Sonunda yeniden kalkınabilmesi için ahlâkından nefret ettiği Batının metot ve vasıtalarına muhtaçtır. İslamcı cephenin Batılılaşma prensibi bu suretle açıklık kazanmıştır: Batının ahlakını, sosyal fikirlerini bir tarafa bırakmak gerekir, fakat teknik ilerlemelerini almak şarttır. Bize düşen müspet ve menfi durumları büyük bir dikkatle tesbit ve ona göre hareket etmektir. Böyle bir kaide ile Batı medeniyetini Osmanlı ülkesi içine nakletmek arasında derin farklar vardır. Bu suretle İslamcılık cereyanı tam mânâsıyla gelenekçi oluyordu….İslamcıılık cereyanının gelenekçiliği Batılılaşma metodunu da açıklamıştır. İslamcılara göre Batılılaşma iki esas kaideye dayanmalıdır. Birinci kaide, taklitten kaçınmaktır. Taklit, iki bakımdan yetersizdir, faydasızdır ve zararlıdır. Mehmet Akif durumu acı bir tenkide tabi tutmaktadır… “Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selâmı taklit, kelâmı taklit, hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil, gerçek bir sosyal topluluk vücuda getirmez, binaenaleyh yaşayamaz.” Taklidin iğretiliği yanında bir mahzur daha vardır. O da birbiriyle kaynaşamayarak, gerçek bir senteze vardırmayacak acaip bir durumun ortaya çıkmasıdır. İmparatorluğun kararsız Sadrazamlarından ve İslâmcı cereyanın liderlerinden Sait Halim Paşa da bu meseleyi iğneli bir üslûpla ele almıştır: “Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlâkiyatına inanan, bununla beraber sosyolojide Fransızın, siyasette İngilizin telâkki tarzlarını kabul eden bir Müslüman, ne kadar seçkin bir kimse olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir.” Batılılaşma metodunun öteki kaidesi, Batıdan alınacak hususların memleketin kendi (İslami) gelişme kanunlarına ve gerçek ihtiyaçlarına göre yapılmasıdır. Bu ise sadece teknik alanda olmalıdır. Muhakkak ki İslam aleminin fikri bir kalkınmaya da ihtiyacı vardır. Fakat bu İslam kaidelerine göre gerçekleştirilebilmelidir.”
Olabildiğince blok olarak yer verdiğim ve bazı koyulaştırmaları gerekli bulduğum yukarıdaki alıntının, oldukça uzun yer tutmasına karşılık Meşrutiyet döneminin “İslamcılık” olarak nitelenen akımının kavranması açısından gerekli olduğunu düşündüm. Bu akımın günümüze olan etkilerinin izlerinin kavranması açısından yine Tunaya’nın İslamcılık Cereyanı isimli kaynağına başvurmak yararlı olacaktır. Söz konusu akımın Meşrutiyet sonrasındaki durumu hakkında Tunaya şu saptamayı yapmaktadır:“İslamcılık cereyanı Meşrutiyetle başlayan ve son bulan bir fikir akımı değildir. Meşrutiyet İslamcıları teokratik bir saltanat formülü etrafında çevrelenmişlerdi. Bütün çabaları Osmanlı İmparatorluğu’nun ihyası, yeniden kurulurcasına kalkınması gayesinde toplanmıştı. Fakat, cereyan saltanatın yıkılışından sonra da devam etmiştir. Türk Devrim hareketinin içinde de, karşısında da bu cereyan mensupları görülür. Aralarında, Meşrutiyetten devredilenler olduğu gibi, yeni yetişenler de vardır. Başlangıçta Türk inkılabının da hocaları, fetvacıları, şer’iye vekilleri, laik olmayan siyasi müesseseleri ve anayasa maddeleri vardı. Bu bakımdan, İslamcılık cereyanı, hayli değişik şartlar içinde, Cumhuriyet rejimi içinde de devam edecek bir ortam bulmuştur ve bugün de aynı köprübaşılara sahip olduğu kanısındadır. Cumhuriyet tarihi içinde, İslamcı cereyanın en büyük özelliği, Türk Devrimi’nin kuvvetli yıllarında ve hükümetlerin devrim prensiplerine enerjik bir şekilde bağlı kaldıkları devrelerde, açık yorumlarını ve çalışmalarını azaltmış ve zayıflamış oluşudur. Cumhuriyet rejimi içindeki İslamcı fikirlerin, Meşrutiyettekilere kıyasla en büyük farkı şu noktalarda toplanabilir: a) Bu fikirler, laik bir devlet kadrosu içinde, teokratik bir özlemin ifadesi olarak açığa vurulmuşlardır. Bu ifade genel olarak zayıf olmakla beraber, mesela Ticanilik, Nurculuk hareketlerinde Menemen isyanı gibi Nakşibendilik olaylarında gayet kuvvetlidir ve açıktır; b) Cumhuriyet İslamcıları Meşrutiyettekilere nazaran ilmi bakımdan çok daha fakirdiler; c) Günlük politika olaylarına (umumi hayata) çok daha fazla karışma iddiasındadırlar. Cumhuriyet rejimi boyunca, İslamcı bir fikir akımının doğmamış olmasını mensuplarının kültür kıtlığında aramak gerekir. Yapılan şey, Meşrutiyetteki tezlerin ve belli başlı fikirlerin tekrarından ibaret kalmıştır. Meşrutiyettekiler gibi din felsefesi ile uğraşmamışlar, bir tekrarlama edebiyatı içinde sıkışık kalmışlardır. Cumhuriyet İslamcıları herhangi bir eğitim veya öğretim müessesesi kuramadıkları gibi, böyle bir kuruma bağlanmış da değillerdir. Açılmasını istedikleri İlahiyat Fakültesi kendilerini tatmin etmemiş ve fikri bir üs vazifesi görememiştir. Bu çevre mensupları fikirlerini dini dergilerde, gazete ve broşürlerde açıklamışlardır. Minberlerden halka duyurma yolu, köylerde ve yasama alanında (TBMM’de) tezlerini açıklamak imkânlarını bulmuşlardır. Minberlerden halka duyurma yolu devrimin tartışıldığı devrelerde mümkün olabilmiştir… İslamcı fikirlerin siyasi hayata karışması, bilhassa 1945 yılından itibaren başlamıştır. Bu çevre mensuplarının politik tutumları bilhassa devrim aleyhtarlığı, “27 senelik istibdat” (1923-1950:, “dinsiz parti (CHP) –dinli parti (DP)” ayırımı gibi temalar üzerinde toplanmıştır. Esas itibariyle, Cumhuriyet rejimi boyunca İslamcı cereyanı savunduklarını ileri sürenler siyasi yorumlar üstü, bu yorumları besleyebilecek değerde bir fikir çalışması yapamamışlardır… İslamcı fikirler, 1945’ten itibaren özlerini açıklama alanında yalnız kalmamışlardır. Bu fikirleri geniş bir muhafazakâr, gelenekçi çevre ve bu çevrenin yayım organları içinde aramak gerekir. Bilhassa, son yıllarda, memleketimizde geniş ve elastiki terimler altında toplanan çevreler dini fikirlerle karışık bir ifade şeklini tercih etmektedirler. 1962’de, İslamcı fikirleri “milliyetçi”, “sağcı” olduklarını iddia eden geniş bir siyasi halita içinde incelemek gerekir…İslamcılık cereyanının Meşrutiyetten bugüne Batı, batılılaşmak, Batı Medeniyeti ile ilgili tezlerinde iki müşterek nokta vardır: a- Batı medeniyeti canlı bir bütün olarak kabul edilemez. Müslüman toplumlara uymaz. Hıristiyanlığın eseridir. Bu iddiada, İslamcılar yalnız kalmamışlardır. Batı’da sosyal olayları Hıristiyanlık açısından gören ve Türklere sevgi beslemeyen tarihçiler ve tetkikçiler ve bunların tesiri altında kalanlar da aynı fikirdedirler. Bu bakımdan İslamcılar bu iddiada, kendilerine tamamen düşman bir çevre ile aynı fikirdedirler. Türk Devrimi ve bütün davranışlarıyla Atatürk ve devrimci ekibi bu iddiayı kökünden reddetmişler ve Batı medeniyetini “müşterek” bir medeniyet ve mamelek sayılmışlardır.”