18 Ekim 2017 Çarşamba

Trajik Varoluşum

Sabaha karşı saat 05:00 civarında salonda ayak ucumda Misket (kedi) -ki benim uyanmama ve salona taşınmama sebep oldu-yattığım yerden pencereden yansıyan ışığın, ayaklı lambanın silüetini duvara iki boyutlu kopyasını yansıtmasına gözüm takıldı. Fotograftaki gibi bir şeydi telefon kamerasının gözünden düzenlenip maksimum pozlamayla kaydedilen. Sonrasında şöyle düşündüm; iki boyutlu görüntüye sahip bu yansımayı bilincimde “gerçek” kılmayan, ayırt ettiren neydi? Biraz düşünerek yattığım yerden bir yanıta ulaştım: üçüncü boyuta sahip olmaması ve renginin olmaması. Zira lambanın rengi beyazdı ama yansıma bir gölgesi olarak karaltı biçimindeydi. Buna diğer dört duyumu da kattığımda “gerçeklik” daha belirgin hal alacaktı. Sonrasında ise pencereden dışarı baktığımda gök yüzündeki bir yıldızın ışığına gözüm takıldı. Bu kadar uzaktan üçüncü boyut algılanmıyordu elbet. Hatta bu kadar uzağa gitmeme de gerek yoktu üçüncü boyutu yitirip iki boyuta razı olmam için. Ama buna rağmen üç boyutlu görme yitimi mesafesindeki bir varlığı, örneğin bir yapıyı “gerçek” olarak algılamama yol açan şey neydi diye düşündüğümde, yanıtım kolayca; zihnimde kayıtlı bilgi ve deneyimler olarak belirdi. İşte bu noktadan sonra işler o kadar berrak değildi sorular ve yanıtlar açısından. Önce ayaklı lambayı iki boyutlu ve kendimi biraz daha zorlayarak tek boyutlu olarak hayal edebileceğimi anladım bu gerçek bir görme olmasa da. Hatta biraz daha zorlayarak dördüncü boyutu düşündüm önceki meraklı amatör araştırmalarımı da anımsayarak. Dördüncü boyut ayaklı lambanın iç kesitini derinliğini görmek gibi bir şey olmalıydı. Buradan giderek beşinci ve belki de sonsuz boyut hayal edilebilirdi. Ama bunu yaşamak farklı bir şey elbette hayal etmekten. Sonrasında bunun bana pratik yararının olmadığının farkına varıp şu soruyu sordum; Bana ne kadar büyük bir boşluk, alan ya da mekan gerekir akıl yürütmem ve hayallerimi kısaca beynimi tatmin etmek için. Öyle ya, aklım ve hayallerim halen fiziken ulaşabileceğinden her zaman çok daha ötesine erişebilmekte. Bugün için insanın fiziken ulaştığı en uzak mesafe ay olmasına rağmen aklı ve hayalleri bu mesafeyi adeta milimetrik kılmakta. Bırakalım aklı ve hayali mevcut teknoloji ile gözlem yeteneğimiz dahi bu mesafeyi ezip geçmekte. Tabi iki boyutlu olarak ama sanal olarak değil. Sonra şöyle düşündüm, aslında fiziken üçüncü boyutun ilerisine, bu denli uzağa gitmeye de gerek yok mesafe açısından, akletmeyi ilerletmek için zira en yakınımızdaki cismin ileri (dördüncü, beşinci, vs.) boyutlardaki hali aslında kozmosun kendisi değil mi? Tüm bunların üzerinde zamanın ve değişimin sürekliliğini de hesaba katınca bu durum beni varoluşumun aslında bir trajedi olduğu ve varlığımın da sonsuzlukta nasıl hapsolduğu düşüncesine sürükledi. İnsanlık adına bunca teknolojik gelişme, buluşlar, varlıksal, imgesel, var olan ve aklettiğim her şey ise beş duyunun tatmininden öte bir işe yaramıyor beynimi bu tür akıl yürütmelerden alıkoyup oyalamanın dışında. Tıpkı şu an sabaha erişmem ve işe gitmek üzere hazırlanmam rutinine geri dönmem gibi. Saat 06:58- Tarih 19.10.2017 Mekan: Kanepe-Salon-Ev-Ümitköy- Çankaya-Ankara- Türkiye- Dünya- Güneş Sistemi- Samanyolu Galaksisi- Bilinen Evren...