30 Haziran 2008 Pazartesi

Millet İradesinden Hareketle-5

Önceki bölümden devamla cumhuriyetin kuruluşuna ve Ankara’da merkezi bir otoritenin tesisine giden hızlı süreçte, Kurtuluş Savaşı’nın yöneticileri ve onlara destek olanlar arasında geçici mahiyette olduğu anlaşılan ittifakın dağılmasının öyküsünü farklı kaynaklara başvurarak anlatmaya devam ediyorum. Fondaki bu anlatımın önünde ise öteden beri vurgulamaya çalıştığım nokta, “millet iradesi” kavramının öznesini oluşturması beklenen toplumun süregelen siyasi mücadelenin baş aktörlerinin kısmen seyircisi, büyük ölçüde de yabancısı olmasıdır.
Bu bölümde de başvurmak istediğim ilk kaynak; Kaynak Yayınları’nın “Komintern Belgelerinde Türkiye” serisinin birinci kitabı olan “Kurtuluş Savaşı ve Lozan” alt başlıklı kitabı. 18 Ağustos 1923 tarihli ve “Türkiye’de Temmuz Olayları” başlıklı yazısında Henri Paulmier şunları kaydetmektedir: “Temmuz ayı Türkiye’ye Kemalizmin zaferini getirdi. “Halk Partisi” denilen partinin adayları, seçime girdikleri her yerde sandıkta seçimin galibi olarak çıktılar. Seçmen kitleleri önünde programını savunma olanakları muhalefetin elinden alındı. Kemalizmin ajanlarının, amaçlarına varmak için kullandıkları araçlara burada değinmek yerinde olacaktır…Seçim sandığına gittiklerinde seçmenlere, içinde Halk Partisi oy pusulası olan mühürlü bir zarf verildi . Bu zarfları, sandık kurulunu oluşturan muhbirlerin gözetimi altında sandığa atmak zorundaydılar. Yani, Kemal ve gözdelerine oy vermeye zorlandılar.” Peki neydi Mustafa Kemal’i ve yakınındakileri Birinci Meclisi değiştirme pratiğine yönelten. Bunun cevabı, bir önceki yazıda son perdesi uzun bir alıntıyla aktarılan ve demokrasi tarihimizde özellikle muhafazakâr siyasi kesimlerin en ileri demokratik uygulama olarak büyük önem atfettiği Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yapısında ve 1923 yazına gelinen süreçte yatmaktadır. Bunun için tarihte kısa bir geri dönüş yapmaya gerek vardır. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=108819
Bu geri dönüşün başlangıcını yine bir kaynağa başvurarak yapmak istiyorum. Bu kez tanığımız 1922-23 yıllarında Türk Sovyet dostluğunun hüküm sürdüğü Ankara’da görev yapan Sovyet diplomat S.İ. Aralov. Başvurulan kaynak ise “Bir Sovyet Diplomatın Anıları”, (1985) isimli kitap. Aralov Mustafa Kemal’e atfen şunları kaydediyor(s.164): “Mustafa Kemal Paşa, “Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti”ni kurtuluş hareketinin bu ilk kaynağını; 1919 yılında toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerini hatırlatırken, daha o zaman değil yalnız padişah hükümetinin direnişiyle, ama, doğrudan doğruya hareketin içinde de, grup halinde ya da kişisel anlaşmazlıklarla karşılaştığını belirtti. Mustafa Kemal Paşa, o zaman bana şunları söylemişti: “Ordu sadece bir isim olarak vardı. Her şeyi korkunç bir karışıklık içinde yaratmak gerekiyordu. Generaller ve subaylar şaşkın bir haldeydiler. Onlara bir çıkış yolu göstermek, morallerini yükseltmek gerekiyordu. Ne onlar ne de halkın öteki grupları, ulusu, padişahsız ve halifesiz kurtarmanın mümkün olacağına inanmıyorlardı. Halife ve padişah düşüncesini itibardan düşürmek gerekiyordu. Biz bunu yavaş yavaş yapıyorduk. Bu yüzden bize küfürler yağdırıyor, dinsiz, vatansız, hain diyorlardı. Bundan başka, birçokları İngiltere’den, Fransa’dan, İtalya’dan korkuyorlardı….İşte ülkemiz bu durumdaydı. Ama halk ayaklanıyordu, kurtuluş bundaydı. Önümüzde ulusal egemenlik üzerine yeni bir Türk devleti meydana getirmek duruyordu. Silah ve savaş arkadaşlarım her zaman benimle bir düşüncede değillerdi. Padişah ve itilaf devletleri ajanları bunlara çeşitli korkular aşılıyorlardı. Durum ağırdı, ama bir çok dostlar ortaya çıkıyordu, millet de bizi destekliyordu”…Gerici güçler, Mustafa Kemal’e karşı çok şiddetli düşmanca bir kampanya açmışlardı. Bununla ilgili olarak kendisi, büyük bir acı ile şunları yazmaktadır: “Bazıları, başlamış olan ulusun birleşmesi hareketine, benim kişisel insiyatifimin bir sonucu olarak bakıyorlardı. Bunu, halkın siyasal uyanışı olarak açıklamanın daha doğru olacağını anlamıyorlar ve halkın beni lanetleyeceğini umarak, insiyatifimi göstermek imkânından yoksun etmeye, beni inkâr etmeye, beni yalanlamaya çalışıyorlardı.” Görüldüğü gibi iktidar için mücadele çetin ve Mustafa Kemal’in niyeti ise nettir; padişah iradesine dayanan merkezi iktidarı, halkın iradesine dayanan bir hareketle ortadan kaldırarak yeni bir merkezi idare tesis etmek. Söz konusu iradenin vücut bulduğu yer ise kuvvetler birliğine dayalı, yasama ve yürütme yetkisini elinde tutan Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’dir. Ne var ki burada da durum güllük gülistanlık değildir. Yunanlılara karşı kazanılan zaferden sonra İngiliz taraftarlığı nedeniyle itibarını yitirmiş olan Padişahın kovulması kararının, karşıtlıkları bilinen Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşa’nın dahi direnemediği koşullarda nispeten kolay alındığı Mecliste, Mustafa Kemal ve yakın çevresine karşı muhalefet giderek sertleşmektedir. Aralov’a göre bu muhalefet; “…hocalara, büyük toprak ağalarına, eskiden sarayla sıkı ilişkileri olan bazı memurlara, yüksek generalleden bazılarına, İttihatçılardan bir bölümüne dayanmaktaydı…Muhalefet zirai reformdan, köylünün toprağı almasından, işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesinden, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile sıkı yakınlık kurmasından korkuyordu. Muhalefet, Mustafa Kemal’in halk hareketine kolaylık göstermeyeceğine emin değildi” (Aralov’un altını çizdiğim görüşü ise ilginç ve ayrıca değerlendirmeyi hak ediyor). Ancak dengeyi Mustafa Kemal lehine bozan, Aralov’un da belirttiği gibi “Muhalefete karşı gerçek güç, tamamıyla Mustafa Kemal’den yana olan, orduydu.”(s.169-170) Ancak bu gücü arkasına almak da yine sancılı bir süreci gerektirmiştir.
Bu noktada, Mustafa Kemal’i 1923 seçimlerine getiren koşulları daha iyi değerlendirebilmek için daha önce, ordunun ve sivil bürokrasinin kurtuluş mücadelesi içerisindeki öncü konumunun özet bir tahliline gereksinim bulunmaktadır. Bu noktada Zeki Sarıhan’ın “Kurtuluş Savaşında İkili İktidar”(Kaynak Yayınları, Mayıs 2000) isimli kitabındaki analiz yararlı bir kaynak niteliğindedir. Sarıhan çalışmasına konu olan tarih dilimini açıklarken şu tesbiti yapmaktadır; “…özellikle Mayıs 1919-Nisan 1920 arası, Kurtuluş Savaşı’nda herkesin yerini alma dönemidir. Türkiye’de iki ayrı devletten biri bu süre içinde kurulmuştur. İstanbul hükümetiyle Anadolu bu süre içinde kendi kuvvetlerini birbirlerine karşı hazırlamışlardır. 1920 ortalarından başlayarak her iki taraf da artık durumlarını korumak ve pekiştirmek yolunu tutmuşlardır.” Sarıhan tezinin ana sorusu olarak şunu ileri sürmektedir; “ Devrimlerin ortak yasaları vardır. Önceki iktidarın bürokrasisisni parçalayarak yerine kendi bürokrasisisni getirmek; bu ortak yasalardan biridir. Türk devrimi bu konuda ne yapmıştır?” Araştırmasının sorununu bu şekilde belirlerken Sarıhan kendisine bu soruyu sorduran nedenler olarak ise şunları ifade etmektedir: “Kurtuluş Savaşı Günlüğü’nü hazırlarken (yazarın bir başka çalışması), dikkatimi çeken ana konulardan biri de buydu. İki taraf arasında kıyasıya bir bürokrasi kavgası yaşanmıştı. Bürokrasi iktidar demekti. O yıllarda Türkiye’de ikili bir iktidar vardı. İstanbul hükümetlerinin iktidarı ve Anadolu’da Kuvayı Milliye iktidarı.” Sarıhan Kurtuluş Savaşı’nın sınıfsal altyapısını ise şu sözlerle ifade etmektedir; “Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye tarihinde, halkın fiili katılımı bakımından en geniş ayaklanmadır. Bu ayaklanmada önderlik, asker ve sivil bürokrasinin ilerici kesiminde ifadesini bulan Türk burjuvazisindedir…Kurtuluş Savaşı milli bir devrim savaşıdır. Bu savaş Misakı Milli asgari programıyla bütün milleti bir araya getirmeyi amaçlamıştır. Bu devrimin hedefi, Türkiye’yi istila eden ya da denetim altına almaya çalışan dış güçlerdi. Önderlik millete çağrısını buna göre yapmıştır. Ne var ki, bütün milleti bu program çevresinde toplamak mümkün olmamıştır. Osmanlı toplumunun dış ticaretini elinde tutan kesimiyle merkezi feodal devletin temsilcisi Osmanlı Sarayı, Kurtuluş Savaşı’nda düşmanla işbirliğine kaymışlardır….Bununla birlikte, Türk Kurtuluş Savaşı’nda birçok siyasi akımın, milliyetin, mezhep ve tarikatın, sınıf ve zümrenin, bağımsızlık gibi geniş bir çerçeve içinde işbirliği yaptığını görüyoruz. Sarıhan bu ulusal niteliği olan ayaklanmanın önderliğinin çevresini oluşturan sivil ve asker bürokratları şu şekilde sınıflamaktadır; “A) Ordu Bürokrasisi (Askeriye): 1)Harbiye Nezareti merkez kadrosundaki yöneticiler, 2) Ordu Kumandanları, 3)Ordu Müfettişleri, 4) kolordu Komutanları, 5) Tümen Komutanları, B) Sivil Bürokrasi (Mülkiye Memurları): 1) Dahiliye Nezareti merkez kadrosundaki yöneticiler, 2) İnceleme Kurulları, 3) Valiler, 4) Mutasarrıf ve kaymakamlar.” Sarıhan bürokrasiye dair tahliline şöyle devam ediyor: “Şüphesiz devrimde bir tutum almak zorunda kalanlar yalnızca yukarıdaki bölümlemede yer alan, bürokrasinin üst düzeyinde bulunanlar değildir. Askeri birliklerde daha küçük birlik komutanları ya da daha küçük rütbeli askerler, sivil bürokraside kaymakamlar, vilayetler, sancak ve kaza merkezlerindeki daire müdürleri, nahiye müdürleri, öğretmenler, telgrafçılar, devlet hizmetinde çalışan din adamları ve benzerleri de İstanbul’la Anadolu arasında tercihler yapmışlar, buna göre de İstanbul hükümetlerinden ve Anadolu’daki Milli Hareketin önderliğinden olumlu ya da olumsuz davranışlar görmüşlerdir…Fakat Türk Kurtuluş Savaşı’nda öncelikle tutumlarını belirlemek zorunda kalanlar, üst düzey yöneticileri olmuştur. Bunun en önemli nedeni, üst düzey yöneticilerinin hükmettikleri alanın genişliğidir. Çünkü bu yöneticilerin, örneğin, bir ordu müfettişinin tutumu, birkaç kolorduyu ve birkaç ili; bir ordu komutanının tutumu yüzlerce subayı ve binlerce kişilik kuvveti taraflardan biri yanında, diğeri karşısında tutum almaya sevk etmesi demektir.” (s.9-13)
Zeki Sarıhan’ın yukarıya geniş olarak aldığım analizinin ve bağımsızlık etrafında oluşan ulusal koalisyonun ilginç fotoğrafını Birinci Meclis’in genç memuru Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “İlk Meclis-Milli Mücadele’de Anadolu” isimli kitabında “Burada anlatacaklarım, objektif ve bilimsel yöntemle taranmış, siyasal ve sosyal yönden ilginç olarak değerlendirilmiş olaylar olmayıp, bir genç gözüyle benim ilginç bulduğum ve unutamadığım olaylardır” diye söze girerek şöyle çekmiştir: “1920’ de Meclis’e ilk kez memur olarak girdiğimde hemen dikkatimi çeken durum, milletvekillerinin kılık, kıyafet, yaş, kafa yapısı ve görgülerinin başka başka ve çok değişik oluşuydu. Beyaz sarıklı, ak sakallı, cüppeli, eli tesbihli hocalarla pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazma veya şal sarıklı aşiret beyleri: külahlı ağalar ve kavuklu çelebilerle Avrupa üniversitelerinden yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş, nokta bıyıklı, Kuvayı Milliye kalpaklı gençler, Meclis sıralarında yan yana oturuyorlardı. Bilgileri ve yetişme ortamları çok değişik olan bu insanlar bir tek amaç doğrultusunda birleşmişlerdi: Vatanı kurtarmak. Bu birleşmeyi sağlayan kişi de Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa idi…Benim için başlangıçtaki en ilginç olay, Meclisin açıldığının ikinci günü, Mustafa Kemal Paşa’nın, Milli Mücadelenin nasıl başladığı konusunda bilgi veren ve akşama kadar süren konuşması ve bunun sonunda Meclis’e kendisinin okuduğu bir önerge olmuştu. “İcra, Teşri, İslamda İttifakı Cumhur” gibi sözleri içeren, çok ağdalı Osmanlıca ile yazılmış bu önergeyi dinlerken o zaman pek bir şey anlamamıştım. Özet olarak anladığım şuydu: Mustafa Kemal Paşa bütün devlet işlerine bu Meclis’in el koymasını ve bir hükümet kurulmasını istiyordu. Kimi milletvekilleri ise buna yanaşmıyorlardı…Büyük Millet Meclisi halinde toplandıktan sonra, bundan niçin kaçındıklarını bir türlü anlayamamıştım. Bizim müdür yardımcısı Tevfik Bey’e sorduğumda: “Kolay değil. Bu padişaha ve İstanbul’daki hükümete karşı bir isyan mahiyetindedir. Bu iş yürümezse hepimiz asılırız” demişti. İşte benim küçücük görevimin bile ne kadar önemli olduğunu o vakit çok iyi anlamış ve doğrusu bundan gurur duymuştum”(s.77-78).
…devam edecek