20 Kasım 2009 Cuma

Sosyal Avrupa Paradigması ve İşletme Sosyal Sorumluluğu Kavramı

1. Giriş: Günümüzde insan hakları kavramı ve dayandığı demokratik ve sosyal devlet söyleminin temsilcisi olarak kabul gören Batı uygarlığının başat aktörleri, Batı Avrupa ülkeleri ve bunların oluşturduğu Avrupa Birliği'dir (AB). Bu paradigmanın temelinde ise bugün Avrupa'yı oluşturduğu kabul edilen ve yukarıda değinilen kavramları da kapsayan değerlerin sonucu olarak vatandaşlarının insani yaşam standartlarına adil koşullarda ulaşma yolunda temel haklara sahip olması yatmaktadır. Diğer taraftan, sözü edilen paradigmanın geliştirildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasından Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar geçen yarım yüzyılı aşan dönemin ardından yaşanan son on beş yılın bu ülkeler açısından yukarıda sözü edilen niteliğin korunup geliştirildiği bir süreç mi, yoksa üçüncü küreselleşme olarak adlandırılan hakim ekonomik sistemin içinde bulunduğu aşamanın belirlediği yönde bu niteliklerini giderek yitirdikleri ve tek kutuplu dünyanın gereklerine uyum sağlama çabası içinde oldukları bir süreç mi olduğu sorusu cevap beklemektedir.

2. Avrupa Birliği'nde Sosyal Politikanın Gelişimi: Bugünkü Avrupa Birliği'nin temelini oluşturan Avrupa topluluklarını (AT) kuran 1958 Roma Antlaşması'nın amaçları arasında; işgücünün çalışma koşullarını ve hayat standartlarını iyileştirmek için sürekli çaba harcanması yer almakla birlikte sosyal politika alanındaki düzenlemeler sınırlı kalmıştır. Bu kapsamda 1961 yılında sosyal politikaya yönelik amaçların gerçekleştirilebilmesi amacıyla Avrupa Sosyal Fonu kurulmuştur. Yine 1961 yılında gerçekleşen bir başka gelişme ise Avrupa Konseyi bünyesinde imzaya açılan ve 1965 yılında yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartı'dır. Avrupa Konseyi'nin yayınlamış olduğu Avrupa Sosyal Şartı Temel Rehberi'nde (2001) bu belgenin temel sosyal ve ekonomik hakları koruyan, medeni ve politik hakları garanti eden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni destekleyen bir Avrupa sözleşmesi olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca bu sözleşme hukuksal bir belge olup onaylayan tüm devletleri bağlayıcı niteliktedir. Bununla birlikte Avrupa Sosyal Şartı'nı ve buna bağlı olarak geliştirilmiş hukukun uygulanması imzalayan, onaylayan ve bazı maddelerine çekince koyarak iç hukukuna geçiren ülkeler açısından çeşitlilik göstermekte olup, süreç şartın kendi içinde düzenlenmiş olan bir denetim mekanizması ile düzenli olarak izlenmektedir. Bu çerçevede Avrupa Sosyal Şartı farklı düzeylerde olmak üzere halen 21 Avrupa ülkesinde uygulanmaktadır. Diğer taraftan Avrupa Konseyi bünyesinde uygulamaya geçen Avrupa Sosyal Şartı'nın, Avrupa toplulukları gündemine gelebilmesi için 1980'lerin ikinci yarısına kadar beklenmesi gerekmiştir. 1987 yılında yürürlüğe giren Tek Avrupa Senedi'nde "Avrupa düzeyinde sosyal diyalogun oluşturulması" ve "topluluğa özgü bir sosyal politikanın olması gerektiği" ifade edilmiştir. Bu çerçevede 1989 yılında Avrupa Sosyal Şartı'na göre farkı bağlayıcı olmamasında yatan Avrupa Topluluğu Temel Sosyal Haklar Şartı ya da diğer adıyla Topluluk Şartı, AT'ye üye ülkeler arasında imzaya açılmış ve İngiltere dışındaki diğer ülkelerce onaylanmıştır. Topluluk Şartı'nda; "İç pazarın gerçekleştirilmesinin toplulukta istihdam yaratılmasında ve yaşam standartlarının yükseltilmesinde en etkin araç olduğu gerçeğinden
hareketle üye devletler arasında ekonomik ve sosyal alanda işbirliğinin gerçekleştirilmesi, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi" gereği vurgulanmaktadır. Ancak, AT'de atılan bu adım Avrupa Sosyal Şartı'na göre sosyal koruma açısından daha ileri bir nitelik göstermemektedir. Bu niteliği ile Topluluk Şartı herhangi bir yasal yükümlülük içermeyen politik bir deklarasyon niteliğinde olup, uygulanması "direktifler" gibi ikincil diğer hukuk metinlerle sağlanmaktadır. Ayrıca Avrupa Sosyal Şartı, Topluluk Şartı'ndan daha geniş bir uygulama alanına sahip olup, sosyal hakları sadece çalışanlara değil, nüfusun tamamına topluca sağlamaktadır. 1993 yılında yürürlüğe giren ve Avrupa Birliği'ni (AB) oluşturan antlaşma olarak nitelenen Maastricht Antlaşması da Avrupa Sosyal Şartı ile karşılaştırıldığında sosyal koruma açısından bir ilerleme getirmemektedir. Avrupa Birliği'nin daha sonraki zirvelerde gündemini artan işsizlik sorununa karşı istihdamı geliştirme, istihdam edilebilirliğin artırılması ve girişimciliğin desteklenmesi oluşturmaktadır, Nihayet, Avrupa Birliği açısından Lizbon 2000'te; "Dünyadaki sürdürülebilir ekonomik büyüme kapasitesine sahip, en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayalı ekonomi olma" hedefi gündeme gelmiştir. Bu amaç doğrultusunda kamusal nitelikli düzenlemelerden bağımsız olarak sosyal koruma alanına "işletmenin sosyal sorumluluğu" kavramı girmiştir. Bu bir anlamda, işletmelerin daha önce ulusal ölçekte yasalarla uluslararası ölçekte ise antlaşmalarla ve daha sonra ulusal düzeyde yasalarla düzenlenmiş olan yükümlülüklerinin özelleştirilerek şirketlerin gönüllülüğüne terk etme girişimidir. Avrupa Birliği'nde bu yöndeki girişim, Avrupa Toplulukları Komisyonu'nun 18.07.2001 tarihli "Avrupa Açısından İşletme Sosyal Sorumluluğuna Yönelik Çerçeve Geliştirme" başlıklı Yeşil Kitabı'dır.(1) Bu belgede hedefler şu şekilde özetlenmektedir: Giderek artan sayıda Avrupalı şirket çeşitli sosyal, çevresel ve ekonomik baskılar karşısında işletme sosyal sorumluluğuna ilişkin stratejilerini geliştirmektedirler. Burada amaçlanan, işletmenin karşılıklı olarak ilişki içerisinde olduğu çalışanlar, pay sahipleri, yatırımcılar, tüketiciler, kamu otoriteleri ve sivil toplum örgütleri gibi çeşitli ilgililerine mesaj göndermektir. Şirketler, sosyal sorumluluklarını açıklayarak, geleneksel beklentilerin ve yasal düzenlemelerin ötesinde, ancak her koşulda uyacakları yükümlülükleri gönüllü olarak üstlenerek, toplumsal gelişim, çevrenin korunması ve temel haklara saygıda standartları yükseltme, açık olarak yönetişimi kabullenme ve genel olarak kalite ve sürdürülebilirlik yaklaşımı çerçevesinde işletmenin çeşitli ilgililerinin çıkarlarını uyumlaştırmaya çaba göstereceklerdir. Avrupa Birliği işletme sosyal sorumluluğu konusunu Lizbon'da belirlenen "daha fazla ve daha iyi iş olanaklarına ve en ileri sosyal uyumla birlikte, sürdürülebilir ekonomik kalkınma yeteneğine sahip, dünyanın en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayanan ekonomisi olma" stratejik hedefine yönelik olumlu katkısı açısından değerlendirmektedir.

3. Sonuç: Yukarıda aktarılan belgeden de anlaşılacağı gibi Avrupa Birliği, küreselleşmenin 1990'lardan başlayarak ABD'ye dayalı olarak oluşan tek kutuplu dünya doktrinine uyum sağlama ve bu koşulların gerektirdiği rekabetten önde çıkma hedefi doğrult
tusunda bünyesini, sosyal Avrupa'dan daha esnek çalışma koşullarının egemenliğine, kuralsızlaştırmaya ve şirketlerin gönüllüğüne bırakılan sosyal sorumluluğa doğru yenilemeyi amaçlamaktadır. Nitekim, çeşitli toplum kesimlerinden yukarıda sözü edilen yeşil kitaba olan bakış açılarının değerlendirildiği ve işletme sosyal sorumluluğu konusunun geliştirilmesine katılımda bulunmaya davet edildiği 2 Temmuz 2002 tarihli Komisyon Bildirisi'nde (2), sendikaların tepkisi aşağıdaki gibi yer almaktadır: "Sendikalar ve sivil toplum örgütleri, gönüllü girişimlerin çalışanların ve vatandaşların haklarını korumada yeterli olmadığının altını çizmişlerdir, Bu kesimler minimum standartların belirlendiği ve faaliyet alanının düzeyinin teminat altına alındığı yasal bir düzenlemeden yana görüş ileri sürmektedirler. Sendikalar ve sivil toplum örgütleri ayrıca, işletme sosyal sorumluluğu uygulamalarının kabul edilebilirliğinin; bu kavramın geliştirilmesi, uyarlanması ve değerlendirilmesinin tek taraflı olarak işletmeler tarafından değil, daha çok ilgili diğer kesimlerin katılımı ile sağlanması halinde mümkün olabileceğinde ısrar etmektedirler. Bu kesimler nihayet, işletmelerin faaliyetlerinin sosyal ve çevresel etkilerinin topluma hesap verilebilirliğini garanti altına alacak mekanizmaların oluşturulmasını talep etmektedirler." Sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin işletme sosyal sorumluluğu kavramı çerçevesindeki uygulamalardan beklentileri bu yönde iken; diğer taraftan işletmelerin temsilcileri ise işletme sosyal sorumluluğunu nasıl yorumladıkları sözü edilen Komisyon Bildirisi'nde aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir: "İşletmeler, işletme sosyal sorumluluğunun gönüllülük esasına dayandığını, bu kavramın sürdürülebilir kalkınma konusu ile bütünleşmesinin ve içeriğinin küresel düzeyde geliştirilmesinin gereğini vurgulamışlardır. Ayrıca işletmeler "her soruna karşı tek tip" çözüm yönteminin olmaması gerektiğinin altını çizmişlerdir, işletmelerin bakış açısına göre, işletme sosyal sorumluluğunu Avrupa Birliği düzeyinde düzenlemeye tabi tutmak, bu kavrama uygun başarılı eylemleri gerçekleştirecek işletmeler arasında yaratıcılığı ve buluşları engelleyeceğinden ve farklı coğrafyalarda faaliyet gösteren girişimlerde çıkar çatışmalarına yol açabileceğinden amaçlara zararlı olabilecektir." İşletme sosyal sorumluluğu kavramı ile ilgili olarak ekonomik sistemin karşıt iki sınıfın düşüncelerini özetleyen yukarıdaki ifadeler, söz konusu kavram üzerinde uzlaşmanın her iki kesimlerin çıkarları göz önüne alındığında hemen hemen olanaksızlığını belgelemektedir. Bu ifadelerde temel çelişkiyi çalışanların ve toplumun haklarının işletmelerin gönüllüğüne terk edilip edilmeyeceği oluşturmaktadır. Ancak burada altı çizilmesi gereken Avrupa Toplulukları Komisyonu'nun yukarıda sözü edilen her iki belgede de (Yeşil Kitap ve Komisyon Bildirisi) işletme sosyal sorumluluğunun gönüllülük esasına dayandığının kabulü yönündeki ifadelerin yer bulmasıdır. (1) Commission of The European Communities, Green Paper: Promoting a European Framework for Corporate Social Responsibility, Brussels. 18.07.2001 (2) Commission of The European Communittes, Communication From The Comission Conceming Corporate Social Responsibility: A business contribution to Sustainable Development, Brussels, 02.07.200
http://www.dunya.com/sutun.asp?id=192017&isArch=1

23 Haziran 2009 Salı

EU PERCEPTION OF TURKEY’S MEMBERSHIP

Following the start of the official negotiations Turkey’s accession to EU has become more visible than ever. Although the leaders of the member states have hardly reached a decision on Turkey’s full membership. This however, will subsequently be subject to the approval of member states either through referendums or by their parliament. Thus the form of the relations between Europe and Turkey have been shifted to an upper level. At this stage Turkey needs to monitor more closely the changes in opinions of EU governments as well as general public.

The aim of this report is to bring an historical view point to the underlying causes of perceptions towards Turkey in EU. Firstly a brief historical background will be provided for the relations and the counter perceptions between Turkey and Europe for the purpose of the argument of the report. Then the reasons for the different attitudes of EU member states’ public towards Turkey will be examined and discussed. Finally, a framework for the character of attitudes of the member states will be drawn. In this context the term interpolarized is used for describing the opposed as well as interactive nature of relations between Turkey and EU. In addition, the term guest workers describes the immigrants from Turkey whom invited by the host european countries for filling the gap of industrial work force during 1960’s and 1970’s.

BACKGROUND

The Anatolian peninsula has become a passage for the movements of mankind from east to west as well as a settelement for the civilisations for ages. This historic record, has resulted in an inherited charasteristic perception of “other” for both the settlers of Anatolia and their western and eastern neigbour communities for each other. From this point of view, in the world of today, relations between Turkey and main European Countries-England, France, Germany and Italy- could be described as interpolarized. As far as the eastern perspective to Turkey concerned however, mainly a westernised character is attributed to Anatolia. In other words, Anatolia is situated in somewhere in purgatory.



PERCEPTIONS OF THE EU MEMBER STATES CONCERNING TURKEY’S MEMBERSHIP BID

Although it is broadly believed that a negative approach is dominating the general public opinion of EU countries towards Turkey’s full membership, the historical background and relations differentiates the attitudes are observed among them. While a relatively positive approach is coming from the people of eastern europe and Mediterranean region, the public opinions in Austria, France, Germany, Nedherlands and Belgium reflect the most opposing character.

As a matter of fact, the opinon pools from the EU support this argument broadly. According to the Euractive sources(*), the pools demonstrate that, 70% of French people are opposed to Turkey’s accession in the EU, just in the line with, 74% of the German public and 76% of Austrian people are against Turkey’s membership which is the same more or less in the Netherlands and Belgium. In the enlarged EU however, the same sources indicate that 52% of citizens are opposed to Turkey pointing to a better position compared to the cases in opposing countries individually. This recovery mainly stems from the new accession countries Bulgaria and Romania –around 60%- as much as Hungary, Czech Republics, Slovakia constituting Balkans in a broad sence and Mediterranean countries of Spain and Portugal. Hence, for the purpose of this report the above mentioned countries can be grouped according to their perceptions about Turkey. While the first group consists of Germany, France, Austria, Netherlands, Belgium being opposed in character, the second group including Bulgaria, Romania, Hungary, Slovakia, Czech Republic, Spain and Portugal.

Regarding the Mediterranean block in the second group, governance of Islam in Spain and Portugal in the days of ancient Andolucia is identical. This experience brings about a relatively positive Iberian social insight towards Turkey as a muslim country and easterner in character. Concerning the Balkan attitude in the same group; Bulgaria, Romania and partly Hungary and Slovakia as the former Ottoman teritories are have a traditional experince about Turco-Islamic way of life and culture.

On the other hand, a clear negative image about Islam and about citizens of Turkish origin is observed in the first group countries where Turkish muslim citizens constitute a considerable amount of the populations. This public perception about Turkish minorities also

(*) Euractive: European Union Information Website


determine the public attitude towards Turkey’s position in EU. According to the EU sources, Turkish muslim population which mainly consist of guest workers amouts to 4 - 8% of the populations in the first group countries; Belgium, Nedherlands, Germany, Austria and France respectively. It is apparent that the main cause behind this common perception has been the perceived clash of cultures as long as the lack recognition to acknowledge that Turks form a part of these societies.

A survey conducted among more than 17,000 people in 17 countries and released in July 2005 by Pew Global Attitutes Project named “Islamic Extremism: Common Concern for Muslim and Western Publics” also provides evidences for the argument. According to the survey; in countries such as Germany and the Netherlands, concerns about Islamic extremism both within their own borders and around the world are high. Worries over Islamic extremism are nearly as high in France and Spain.
The survey also gives evidence that these concerns are associated with opposition to Turkey's accession in the EU. As stated above, nearly two-thirds of French (66%) and Germans (65%) oppose Turkey's EU bid, as do a majority of the Dutch (53%). However, support for Turkey's membership into the EU is most extensive in Spain (68%) and Great Britain (57%).
An other finding of the survey is that opposition to Turkey's membership is also related to increasing anxiety about national identity. Negative perceptions about immigration – not only from the Middle East and Africa but from Eastern Europe as well – are even more strongly related to opposition to Turkey's accession to the EU than are concerns about Islamic extremism.

CONCLUSION

Since the relations between Turkey an Europe stand on a broad historic background of opposition, perceptions of both communities are adverse. Therefore cultural and religious mutual prejucides as well as uneven distribution of income and weakness in justice system in Turkey will be a determinative factor in the accession process. Nevertheless, opinion pools address different attitudes towards Turkey’s position between member states.


As a result, the first argument of this report is that, in a broad sense member states can be diveded into two main groups according to their positive and negative perceptions about Turkey relatively. Secondly, it is brought forward that the underlying cause of this grouping is broadly due to the different social textures which are shaped by interrelations with muslims and Turks in the past.

In the light of the above it is recommended that, in order to strenghten its position Turkey should pursue a more comprehensive an complex publicty policy that relies on a great deal of expertise towards EU by taking into account the various causes perceptions of the every member states’ public individually.


APPENDIX


1) ALTINTAŞ, Volkan, “Will The European Sun Rise From The Bosporus?”, ZEI EU-Turkey Monitor, Vol.1 No.1, October 2005.

2) Euractive, The EU-25’s View of Turkey’s Membership Bid, Published:17.12.2004, www.euractive.com/en/enlargement/eu-25-view-turkey-membership-bid/article-1, 27.03.2007

3) Pew Global Attitudes Surwey, “Islamic Extremism: Common Concern For Muslim and Western Publics”, Released:14.07.2005, http://pewglobal.org/reports/display.php?ReportID=248

4) SAFIOLEAS, Penelope D., “Identity Shift and Europe’s Changing Perception of Others: Europe, Turkey, and the Issues of Self-Identification”, http://www.trinstitute.org/ojpcr/2_1identity.htm, 30.03.2007

5) World Economic Forum in Turkey Summit Report, http://www.weforum.org/pdf/SummitReports/turkey2006/turkey/default.htm,
30.03.2007.

24 Mart 2009 Salı

"Millet"ten Ulusa

Bu yazıya başlarken halen tüm sarsıcı etkileriyle kimimizin izleyici kimimizin aktör kimimizin de içinde sürüklenerek yaşamakta olduğu sancılı toplumsal değişimi hep kendimce kavrama ve anlamlandırma isteği çıkış noktamı oluşturdu. Konunun farklı taraflarının kendi süzgeçlerinden geçirerek kaleme aldığı eserlerde her şeye rağmen bir bütünün parçalarını yakalama gibi belki de hayalci ve tutarsız gibi görünen bir “gizli” amacımın olduğunu da söylemeden edemeyeceğim.
Konuya temel bir hareket noktasından başlamanın risklerine rağmen tartışmak istediğim konunun çetrefilliliği göz önüne alındığında iyi bir seçim olacağını düşündüm. Sözünü ettiğim “millet” ve “ulus” sorununa sözcüklerin kelime anlamlarından yani etimolojik açıdan bakarak konuya girmek. Bakanlar Kurulu kararıyla kamuya yararlı dernek vasfı verilen Dil Derneği’nin Türkçe Sözlüğü’nde söz konusu kelimelerin anlamları konumuz açısından şöyle verilmiştir; “millet: a. Ar. 1.Ulus: “Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” –Atatürk.” “ulus: a. Derebeylik düzeninin yıkılışı ve anamalcı düzenin oluşumu döneminde ortaya çıkan, toprak, ekonomik yaşam, dil ruhsal yapı ve kültürel özellikler yönünden ortaklık gösteren, tarihsel olarak oluşmuş, en geniş insan topluluğu, millet.” Kelimenin yabancı dilde karşılığı olan Latince “natio:doğum”, orta İngilizcede (14. YY) “Kin: hısım, akraba” yine Latince “genius: ırk” köklerinden gelmektedir. Buna karşılık kelime anlamı ise: “nation: 1. people occupying the same country, united under the same government, and mostly speaking the same language: the English nation (aynı idare altında aynı toprağı (yurdu) tutan ve çoğunlukla aynı dili konuşan insan topluluğu.) 2.people, race or tribe; those having the same descent, language, and history (aynı dilden, tarihten ve atadan gelen halk, ırk ya da kabile). Anlaşıldığı üzere sözcüğün batılı kaynağında köken olarak kan bağından hareketle giderek ortak dile, tarihe ve yaşama deneyimine doğru bir yönelim söz konusudur. Diğer taraftan modern Türkçe sözlükte “ulus” olarak karşılık bulan sözcüğün aynı zamanda Arapça kökenden gelen “millet” ile eşleştirilmesinden hareketle bu sözcüğün eski Türkçedeki tanımına Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat” inden bakıldığında; “millet: 1.din, mezhep. 2. bir dinde ya da mezhepte bulunanların topu.” Buradan da anlaşılacağı üzere modern Türkçede “ulus” ile eşleştirilen “millet” sözcüğü dini bir temele dayanmaktadır. Nitekim Osmanlı toplum yapısının üzerine kurulduğu “millet sistemi” de bu temele oturmaktadır.
Bu denli sözcük taramasına başvurmamın nedeni, Osmanlı toplum yapısından cumhuriyet sonrası oluşturulmak istenen toplum yapısına geçişteki sorunun siyaset bilimi açısından geniş anlatıma konu olan karmaşıklığını farklı bir anlatımla dile getirmekti. Şimdi bu noktada masum anlatımdan işin çetrefil yanına geçiş yapmak için bir alıntı yapacağım. Baskın Oran, “Atatürk Milliyetçiliği” isimli kitabında, “Türdeş Toplumun Kurulması Sorunu” başlığı altında şunları belirtmektedir: “Atatürk milliyetçiliğinin ideolojisi ulus devleti kullanarak bir ulus oluşturmak isterken, bütün milliyetçilik ideolojileri gibi, bu yeni toplumsal birimin dayanışma içinde olacak biçimde türdeş (homojen) olmasını amaçlamıştır. Hem sınıfsal, hem de etnik açıdan “bölünmez” bir blok oluşturmak istemiştir.” (Baskın Oran, 1Atatürk Milliyetçiliği”, s.208). Atatürk bu anlayışı henüz kurtuluş savaşı devam ederken 1 Aralık 1921’de Bakanlar Kurulunun görev ve yetkisini belirten kanun teklifi nedeniyle konuşmasında şu sözleriyle tarif etmektedir: “Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, ilmi mahiyeti itibariyle, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi yegâne tecelli ettiren bir hükümettir…Sosyoloji noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse “halk hükümeti” deriz.”(Fethi Naci, “100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri”, s.34). Bu ifadedeki “halk”ı ise Atatürk şöyle nitelemektedir; “…Fakat mesleki içtimai (doktrin) dahi düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbab-ı sâyiz (emekçileriz), zavallı bir halkız! Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Binaenalyh her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur! O halde ifade ediniz Efendiler! Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir mesleki içtimaidir (doktrindir). Efendiler! Biz bu hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce (genel kurulumuzca), heyet-i milliyemizce (milli bütünlüğümüzce) bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız. Binaenaleyh bu ve bu gibi teşvikatla ve izahatla hükümetimizin dayandığı esasın, ilmi içtimaiye (sosyolojiye) dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, Sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efandiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz. Efendiler” (F.Naci, a.g.e. s.34-35). Baskın Oran yukarıda belirttiğimiz kitabında, bağımsızlık evresinde bölünmez homojen, bir blok oluşturma amacının ve sorununun bulunmadığını, bağımsızlık sonrasında cumhuriyet kurulduğunda ise etnik ve sınıfsal bütünlük sorununun ortaya çıktığını ifade eder (B. Oran, a.g.e, s.208-209). Oysa önce de belirtildiği gibi sınıflaşmayı dışlayan halkçı doktrin daha savaş devam ederken ortaya atılmıştır. Doğru olan saptama ise bu iki sorunun varlığıdır. Nitekim Oran, başat ideolojinin Türkiye’de çatışan sınıflar olmadığı savından önce pratikte sonra da kuramsal olarak çok partili yaşama geçilmesiyle paralel olarak vazgeçildiğini ancak etnik bütünlük sorununun ters bir gelişim gösterdiğini belirtir (B. Oran, a.g.e. s.210). Diğer taraftan pratikte durumun tam da böyle olmadığını bize daha soldan bir kalem olan İsmail Beşikçi Temmuz 1977’de söylemektedir; “Gerek Büyük Şef ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal, Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü, Van, Diyarbakır, Ağrı, Urfa, Siirt, Bitlis yörelerindeki, çok köklü, dallı budaklı şeyhleri sürekli olarak mebus tayin etmişlerdir. Onların geleneksel imtiyazlarına dokunmak şöyle dursun bilakis teşvik etmişlerdir..Öte yandan Türklerle Kürtler arasındaki tek ortak özellik din idi. Araplarla Türkler arasındaki tek ortak özelliğin de din olması gibi. “şeyhlerle, şeyhlikle mücadele ediyoruz” diyerek, bu tek ortak noktanın da baltalanmaması, bilakis kullanılması ve teşvik edilmesi gerekiyordu. Kemalistler bu ilişkinin çok iyi bir şekilde bilincine vardıkları için, istihbarat örgütleri kanalıyla, bu ortak özellikten yararlanmanın her türlü yolunu aramış ve bulmuşlardır. Uygulamışlardır…Bugün bu ilişkiler özellikle MSP tarafından yürütülmektedir…Kürt ulusallığının İslam enternasyonalizmi anlayışı içinde eritmek..MSP bunun için devlet desteğine sahiptir.. (İsmail Beşikçi. “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu, s298-301). Beşikçiye göre amaçlanan kendi kişiliğini reddeden, yani objektif bakımdan “Kürt” subjektif bakımdan “Türk” olanların gelişmeleri için her türlü olanağı sağlamaktır (İ. Beşikçi, a.g.e s.302). İşte yumuşatarak aktarmaya çalıştığım bu ifadeler sorunu yukarıda neden çetrefilli diye nitelediğimi özetlemektedir sanırım. Sorunun kuruluştan buyana izlediği seyir ve günümüzde yaşananlara da ışık tutmakta diye düşünüyorum.
Şimdi konuyu yukarıdaki sıcak noktaya getiren gelişmelerin biraz daha başlangıcına dönmek istiyorum. Bunun için Balkan Savaşı sonrasında ve ilk büyük savaşın başlangıcında kendisini iyice hissettirmeye başlayan “milli akımın” önde gelenlerinden Ömer Seyfettin’e kulak vermek gerekmektedir. Olan bitene anlam verme ve kimlik arayışına bir cevap olarak şu üç kelimenin anlamına yönelmektedir Seyfettin; “hars”, “medeniyet”, “temeddün”. “Müessese, fertlerden evvel mevcut olup da kendisini fertlere cebri yahut ihtiyari bir surette kabul ettiren bir idrak tarzı yahut bir amel tarzıdır. Hukuki kaideler dini itikatler ve dini ayinler, lisanın sarf ve nahiv (sarf ü nahv:dilbilgisi) kaideleriyle telâffuz tarzı, imla, yazı ve ilh. gibi…Bir uzuv nasıl müstakil ve münferit değilse müesseseler de öyledir…Müesseseler birbirleriyle muhtelif suretle birleşirler: 1) Müesseseler bir milletin muayyen hududu dahilinde tenazzum ettikleri (intizamdan-düzenlenme) zaman husule getirdikleri ahenk “hars” namını alır. 2) Müesseseler bir dine mensup milletlerin mecmuu (toplamı) olan bir “ümmet” yani bir “beynelmilliyet” dairesinde terekküp ettikleri (karışıp birleştikleri) zaman bundan çıkan mecmuuya “medeniyet” denilir. 3) Müteaddit ümmetlerin arasında intişar eden (yayılan) yahut etmekte bulunan müesseselerin mecmuuna da “temeddün” (uygarlaşma) ismi verilir. Medeniyetin başlıca esası: Dindir. İbadât ve itikadât gibi diğer bütün müesseseleri de din doğurmuştur. İçtimaiyat ilmi (sosyoloji), dini hadiselerin iptidaiyetini (başlangıçtaki bilgilerini) ilk defa gösterince herkes şaştı. Halbuki bunlar bütün diğer hadiselerin tohumu idi… “Temeddün” (uygarlık) ilmi usullerden, fenlerden âletlerden ibarettir. Ve “Beynelümem”dir(ümmetler arasıdır). Yaşadığımız asrın beynelümem bir temeddünü olduğu gibi Müslüman milletlere mahsus olmak üzere beynelmilel bir “İslam Medeniyeti” ve yalnız Türklere mahsus “Milli Türk Harsi” mevcuttur. Müesseselerin böyle üç türlü ahenk teşkil edebilmesi için üç türlü nâzımın (düzenleyenin) bulunması iktiza eder (gerekir): 1)lisan, 2) Din, 3) İlim. Müesseseler ir lisanın hususi rengiyle mülevven olarak (renklenerek) terekküb ettikleri (birleştikleri) zaman “hars” (kültür) meydana gelir... O halde “Millet” zümresini ayıran nedir? Lisandır. “Beynelmilliyet” zümresini tefrik eden nedir? Dindir. “Beynelümemiyyet” zümresini temyiz eden ise? İlimdir. Ve müesseselerin lisani bir şiraze ile birleşmesinden hars, dini bir şiraze ile birleşmesinden medeniyet, ilmi bir şiraze ile birleşmesinden temeddün husule gelir-İslam Mecmuası, sayı 27, 3 Nisan 1331 (1915) (Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri: Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar, 2000, s:73-78).
Bu durumda yukarıda yer verilen Atatürk’ün “Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız!” sözünden hareketle akla gelen soru şu oluyor ister istemez: Milli Mücadele verildikten sonra elde tutulabilenlerle (toprak, kaynak, vs.) mazlumluk, ezilmişlik çerçevesinden hareketle ortak bir amaca (kalkınma) yönelmek bir “halk” ve “ulus” olmak için bir yeter sebep midir? Bu sorunun yanıtını nesnel olarak verebilmek ise idealizmden ayrılarak ancak olgulardan hareketle mümkündür diye düşünüyorum. Bunu yapmayı bu yazının dışında tutarak yapılması gerekenin öncelikle Ömer Seyfettin’in “Millet” tanımından Atatürk’ün “Halk” ve onun gerektirdiği “Ulus” tanımlarına doğru gidişin toplumsal altyapısını analiz etmek olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Burada ise Atatürk’ün yukarıda değinilen kavramlar hakkında Ömer Seyfettin’den (giderek Ziya Gökalp’ten) temelde ayrılan düşüncesini belirtmek gerekirse: “…29 Ekim 1923 de Fransız yazarı Maurice Pernot’ya verdiği demeçte şu açıklamada bulunuyor: Memleketler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve ulusun ilerlemesi için de bu biricik uygarlığa katılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü, batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok gurur duyup kendisini Avrupa uluslarına bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu doğru değildi bunu tekrar etmeyeceğiz” (İhsan Akay, Atatürkçülüğün İlkeleri, 1973, s:118). İhsan Akay’a göre: “Kültürün uygarlığa üstünlüğünü savunan” “… Gökalp’in Türkçülüğünden hayli yararlanmış olan Atatürk, kültür ile uygarlık kavramlarını çatıştıran tanımlamalardan hiç hoşlanmamış, aksine, kültür ile uygarlık kavramlarını uzlaştırmaya bakmıştır her zaman. Kültür ile uygarlık aynı şeydir Atatürk’e göre” (İ.Akay, a.g.e. s:124).

1960 Meclis Tahkikat Komisyonu'nun Anımsattıkları

Bu yazımı daha önce seri olarak yazmayı sürdürdüğüm “Millet İradesinden Hareketle” dizisinin kaldığı yerden olmasa da bir devamı olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Diğer taraftan günümüzde olup bitenlere bir ışık tutacağını da sanıyorum.
Bundan 49 yıl önce, yaklaşık 10 yıl süren Demokrat Parti iktidarının sonunu getiren 1960 yılının 18 Nisan günü TBMM’de;“Bursa Milletvekili Mazlum Kayalar ve Denizli Milletvekili Baha Akşit'in 'CHP'nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyetlerinin nelerden ibaret olduğunu tahkik, tespit ve memleketin her tarahnda yaygın bir halde görülen kanun dışı siyasî faaliyetlerin muhtelif sebeplerine intikal etmek, matbuat meseleleriyle adlî ve idarî mevzu¬atın ne suretle tatbik edilmekte olduğunu tetkik eylemek üzere Meclis tahkikatı açılmasını isteyen önergeleri kabul” edildi. (http://www.e-tarih.org/sayfa.php?sayfa=1987440.2327699.6982941.0.0.php&1960)
Siyaset bilimci Cem Eroğul’un tarihi belge olarak nitelediği bu önerge metnini Eroğul’un “Demokrat Parti – Tarihi ve İdeolojisi” isimli kitabından aktarıyorum;
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine, Cumhuriyet Halk Partisi’nin gayrimeşru mücadele usullerini terk etmesi için 11 Ağustos 1958 tarihinde Demokrat Parti Meclis Grubu bir tebliğ neşretmiş bulunuyordu. Bu tebliğden sonra CHP’liler faaliyetlerini ve hareketlerini büsbütün artırmışlardır. Bu itibarla CHP’lilerin:
a) Meşru iktidarımızı en ağır isnatlarla kötüleme ve halkı kanunları ihlale, kanuni tedbirlere karşı mukavemete, hükümete karşı mukavemete, hükümete karşı galeyana ve fiili tecavüzlere tahrik ve teşvik etmek,
b)Müsait telakki ettikleri mahallerde mensuplarını silahlandırmak suretiyle iktidar mensupları üzerinde baskı yapmak ve kardeş kavgasına müncer olabilecek tertiplere başvurmak,
c)Orduyu siyasete karıştırmak,
d)Hükümetin meşruiyetinden halkı şüpheye düşürerek ve gelecek seçimleri de daha şimdiden muallelmiş gibi göstererek kurulmuş ve kurulacak hükümetler aleyhine vatandaşları tahrik etmek,
e)Hücre teşkilatı kurarak yıkıcı ve kanun dışı faaliyetlerde bulunmak,
f)CHP ile aynı maksat ve gayelerle ve neşir yolu ile faaliyette bulunarak genç demokrasimizin manevi temellerini şantaj ve tehdit suretiyle işlemez hale getirmek, hakikatleri tahrif ve yalan neşriyatta bulunmak suretiyle memleketin iktisadi, içtimai hayatını tehlikeye maruz bırakmak, Cumhuriyet Halk Partisi ile bir kısım basın ve yukarıda tafsil edilen hususların sebeplerini ve mahiyetini tetkik ederek elde edeceği neticeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bildirmek üzere dahili nizamnamenin 117. maddesine göre 15 kişilik bir tahkikat encümeni kurulmasını ve bu encümenin mesaisini üç ayda ikmal etmesini arz ve teklif ederiz.”
Bu sürecin devamında yaşanan gelişme ise 27 Nisan 1960 tarihinde 7468 Nolu Tahkikat Encümeni Selahiyet Kanunu’nun uzun ve çetin tartışmalardan sonra kabulü olmuştur. Buna dayanarak 12 CHP milletvekili 3-6 celse çıkarma cezası alırken muhalefet lideri İnönü, 12 inikat cezasına çarptırıldı ve Meclis görüşmelerinin yayınlanması yasaklandı. (http://www.e-tarih.org/sayfa.php?sayfa=1987440.2327699.6982941.0.0.php&1960). Yine Cem Eroğul’un aynı kaynağına başvurarak anılan kanunun önemli maddelerini aktarıyorum;
“Mad. 1: Türkiye Büyük Millet Meclisi encümenleri ve naip olarak vazifelendirecekleri Tali Encümenler; Ceza Muhakeme Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ile diğer kanunlarda Cumhuriyet Savcısı’na, sorgu hakimine, sulh hakimine ve askeri adli amirlere tanınmış olan bilcümle hak ve selâhiyetleri haizdir.
Mad. 2: Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenleri: a)Tahkikatin selametle cereyanını temin maksadıyla her türlü neşriyatın yasak edilmesine; b)Neşir yasağına riayet edilmemesi halinde mevkute veya gayrimevkutenin tabı veya tevziinin menine; c) Mevkute veya gayrimevkutenin toplatılmasına, mevkutenin neşriyatının tatiline veya matbaanın kapatılmasına; ç)Tahkikat için lüzumlu görülen veya sübut vasıtalarından olan her türlü evrak, vesika veya eşyanın zaptına; d)Siyasi mahiyet arz eden toplantı, hareket, gösteri ve emsali faaliyetler hakkında tedbir ve karar almaya; e)Tahkikatın selametle intacı için lüzumlu göreceği bilcümle tedbir ve kararları ittihaz etmeye ve Hükümetin bütün vasıtalarından istifade eylemeye dahi selahiyetlidir.
Mad. 3: Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerince ittihaz olunan tedbir ve kararlara her ne surette olursa olsun muhalefet edenler bir seneden üç seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar.
Mad. 5: Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerinin yaptığı tahkikat gizlidir…
Mad. 9: Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerince ittihaz olunan karar veya tedbirler kati olup aleyhine itiraz olunamaz.”
Dönemin CHP Ankara Milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata söz konusu kanuna ilişkin CHP’nin girişimini şöyle aktarmaktadır: CHP ve Basın aleyhinde tahkikat yapmakla vazifeli, DP’li beş mebustan kurulan, Meclis Tahkikat Komisyonu’na Anayasa dışı fevkalade selâhiyetler verilmesi hakkındaki kanun teklifinin tümü üzerindeki müzakereler sırasında Meclis’te 27 Nisan 1960 Çarşamba günü büyük gürültüler ve münakaşalar oldu. Bu esnada maddelere geçilmeden önce reye arz edilmek üzere şu önergeyi Riyasete verdik:
T.B.M. Meclisi Reisliğine
Bu kanun teklifi Anayasa’ya aykırıdır.
Bu itibarla reddini arz ve teklif ederiz. 27.04.1960
Ankara Milletvekili Adana Milletvekili
Hıfzı Oğuz Bekata Hamdi Öner
Riyaset tarafından Meclise arzı usulen şart olan bu önergemiz, Mecliste hiç okunmamış, reye konulmamış ve tarihi mesuliyetinden kurtulmak endişesiyle olacak, 27 Nisan 1969 tarihli T.B.M. Meclisi zabıt ceridesinde de neşredilmemiştir.(Hıfzı Oğuz Bekata, “Birinci Cumhuriyet Biterken”, Ankara, 1960, s.216). Bekata bir gün önceki Meclis oturumunda ise Kanunun birinci maddesi üzerindeki görüşünü kitabında şöyle aktarmaktadır: Hadi Tan’ın ve Akşemsettinoğlu’nun (DP Bolu milletvekili Reşat Akşemsettinoğlu) konuşmaları maksadı zaten açığa vurdu. Artık iyice anlamış oluyoruz ki, bu teklif herhangi bir tahkikat Encümenine selâhiyet getirilmesi için getirilmiş değildir. Bu teklif, C.H.P. ve Basın aleyhinde tahkikat yapmak için kurduğunuz Encümeni gayrimeşruluktan ve selâhiyetsizlik ithamından kurtarmak ve O’nu anayasa dışı yetkilerle teçhiz ederek, kullanmak için, Hükümetten gelen hususi bir gayretin ifadesidir. Akşemsettinoğlu boş bulunarak yaptığı itirafla bize bir ufuk da açtı. Bu Encümenin benzeri olarak İstiklal Mahkemelerini örnek gösterdi. Tamam, görünüyor ki maksat meydanda, İstiklal Mahkemelerine mütenazır selâhiyetleri haiz bir anormal mahkeme kurup işleteceksiniz, demektir.
Diğer taraftan anılan Kanunun Anayasa’ya aykırılığı konusunda Prof. Orhan Aldıkaçtı aynı kanıda olmadığı gibi İstiklal Mahkemeleri’ni de örnek göstermektedir. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., ….s.117. Belirtelim ki, yukarıda açıkladığımız gibi, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, doğal yargıç ilkesini kabul etmemiş, Teşkilât-ı Esasîye Kanununun görüşmelerinde önerilmiş olmasına rağmen, özel yetkilere sahip olağanüstü mahkemelerin kurulmasını yasaklamamıştı. Keza izleyen yıllarda da olağanüstü mahkeme niteliğinde olan istiklal mahkemeleri kurulmuş ve çalışmışlardır. Böyle bir anayasa ortamında Meclis Tahkikat Komisyonlarına yargısal yetkiler verilmesinin anayasaya aykırı olmadığı bile düşünülebilir. http://www.anayasa.gen.tr/1961anayasasi.htm#_ftn23.
Bu noktada, yukarıda sözünü ettiğim “Millet İradesinden Hareketle” dizisinin dördüncüsünden bir alıntı ile, siyasi mücadelenin daha eski dönemine bir girinti yapmakta yarar görüyorum: “Bu bölümü bağlamadan önce konumuz açısından altı çizilmesi gereken noktanın, Osmanlı İmparatorluğu’nun sivil-asker bürokrat ve bazı aydınlarınca yönlendirilen Kurtuluş Savaşı’nın hedefi olan; istiklâl, vatanının namusunun kurtarılması ve düşmanın defedilmesi fikrinin etrafındaki ittifak, bu amaca ulaşılmasını takiben yerini yeniden merkezi güç tesisi mücadelesi ve buna karşı muhalefete terk etmiştir. Buna yönelik olarak da taraflar ve saflar belli olmaktadır. Ayrıca, Sözü edilen ittifakın iğreti ve geçici niteliği, kurtuluş mücadelesinin en kritik anlarında dahi göz önündedir. Bu görüntüyü anlatmak için Birinci TBMM’nin sahne olduğu çetin güç mücadelesinden pek çok örnek vermek mümkündür. Ancak bunun öncesinde ortaya koymaya çalıştığım saptama bu siyasi mücadelenin taraflarının siyasi yöntemlerinin daha öncekilerle benzeşen karakteri ise yine yukarıdan aşağıya, yani yönetime talip olanlardan topluma doğru olmasıdır.” http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=108819
Nitekim Birinci Meclis’in seçim kararı alarak dağılması sonrasında oluşan İkinci Meclis’te ve Cumhuriyet’in ilanı sonrasında da bu siyasi mücadele devam etmiştir. Bu kez Mustafa Kemal ve İnkılaba karşı olanlar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda toplanmışlar, Milli Mücadele sırasında idareyi ele almaya çalışan İttihatçılar da amaçlarının gerçekleşmemesi üzerine bu fırka içinde yer almışlardır. Sonrasında ise Terakkiperver Fırka’nın kapatılması, Şeyh Sait İsyanı, Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulanması, Mustafa Kemal’e suikast tertibinin ortaya çıkarılması ve İstiklal Mahkemeleri’nin çalışmaları gelmiştir. Bunun üzerine 26 Haziran 1926’da Ankara Milli Kütüphane binası mahkeme salonu haline getirilerek duruşmalara geçilmiştir. 26 Ağustos 1926 tarihinde ise mahkeme kararını açıklamış, Cavid, Dr. Nazım, Hilmi ve Nail Beyler idam diğerleri de çeşitli cezalara çarptırılmıştır (Selma Ilıkan-Faruk Ilıkan “Ankara İstiklâl Mahkemesi-Resmi Zabıtlar” İstanbul, 2005). Böylece eski İttihatçıların tasfiyesi gerçekleştirilirken, Terakkiperver Fırka’nın kurucuları da aktif siyasetten uzaklaştırılmışlardır. (İstiklâl Mahkemeleri Kanunu için bkz. http://tr.wikisource.org/wiki/%C4%B0stiklal_Mahkemeleri_Kanunu)
Bu saptamayı yaptıktan sonra tekrar 1960 yılına dönersek; tek başına iktidarın üçüncü seçim döneminin sonuna gelindiğinde DP iktidarının muhalefet üzerinde kurduğu baskının şiddetinin giderek arttığı yönünde genel bir görüş birliği bulunmaktadır. Tarihçi Bernard Lewis bu dönemi ve başlangıcını şu vurgularla özetlemektedir; “DP 1954 yılında ardından çok bariz bir şekilde yön değiştirdiği ikinci seçim zaferini kazandı. Daha seçimlerden önce, 7 Mayıs 1954’te hükümet, resmi kadrolara karşı basın yoluyla iftiraya ve “kamu düzenini bozan ya da devletin mali veya siyasi itibarını zedeleyecek yanlış haber, bilgi veya belge”nin yayımlanmasına ağır cezalar getiren yeni basın yasasını geçirmişti. Dahası bu yasa, sözü edilen kapsamdaki suçlamaların doğruluğunun kanıtlanmasının, suçlamanın yapılabilmesi için gerekli olmadığını da hükme bağlıyordu. Seçim zaferinden sonra, 21 Haziran ve 5 Temmuz’da DP, hükümete 25 yıllık hizmeti bulunan yargıçları hemen, devlet memurları ile silahlı kuvvetler mensuplarını ise bir süre açığa aldıktan sonra emekliye ayırma yetkisini veren iki yeni yasa çıkardı. Yargıçları ilgilendiren bu yasa özellikle önemliydi. Serbest seçimleri gerçekten mümkün kılan değişikliklerden biri, seçim iradesi sorumluluğunun valilerden ve dolayısıyla İçişleri Bakanlığı’ndan alınıp Türkiye’de büyük ölçüde bağımsızlığı olan yargıçlara aktarılmasıydı. DP iktidarı daha baskıcı bir hale geldikçe ve meclisi daha etkili bir şekilde denetim altına aldıkça, muhalefetin elinde tek itiraz yolu olarak mahkemeler ve bağımsız hakimler kalmıştı. Böyle pek çok dava açıldı, bunların arasından en önemli olanı Ankara’daki Yargıtay’a uzanıyordu. Yirmi beş yıldan az görev yapmış biri Yargıtay Başkanı olamıyordu ve emeklilik kuralı hükümete, inatçı yargıçlara baskı uygulamakta kullanabileceği ve kullandığı bir silah sağlamıştı. Seçim yasasında da değişiklikler yapıldı ve 27 Haziran 1956’da, toplantı ve gösterilere katı sınırlamalar getiren toplantı ve dernekler kanunu Meclis’teki etkin muhalefete karşın kabul edildi. Bardağı taşıran son damla 1960’ta siyasi tansiyonun tırmandığı bir dönemde; muhalefeti kanun yetkisiyle “soruşturmak” üzere hükümet partisine ait bir meclis komitesi oluşturulması oldu (Bernard Lewis, “Demokrasinin Türkiye Serüveni”, İstanbul, 2007, s.14).
Ankara, 10.01.2009