24 Mart 2009 Salı

"Millet"ten Ulusa

Bu yazıya başlarken halen tüm sarsıcı etkileriyle kimimizin izleyici kimimizin aktör kimimizin de içinde sürüklenerek yaşamakta olduğu sancılı toplumsal değişimi hep kendimce kavrama ve anlamlandırma isteği çıkış noktamı oluşturdu. Konunun farklı taraflarının kendi süzgeçlerinden geçirerek kaleme aldığı eserlerde her şeye rağmen bir bütünün parçalarını yakalama gibi belki de hayalci ve tutarsız gibi görünen bir “gizli” amacımın olduğunu da söylemeden edemeyeceğim.
Konuya temel bir hareket noktasından başlamanın risklerine rağmen tartışmak istediğim konunun çetrefilliliği göz önüne alındığında iyi bir seçim olacağını düşündüm. Sözünü ettiğim “millet” ve “ulus” sorununa sözcüklerin kelime anlamlarından yani etimolojik açıdan bakarak konuya girmek. Bakanlar Kurulu kararıyla kamuya yararlı dernek vasfı verilen Dil Derneği’nin Türkçe Sözlüğü’nde söz konusu kelimelerin anlamları konumuz açısından şöyle verilmiştir; “millet: a. Ar. 1.Ulus: “Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” –Atatürk.” “ulus: a. Derebeylik düzeninin yıkılışı ve anamalcı düzenin oluşumu döneminde ortaya çıkan, toprak, ekonomik yaşam, dil ruhsal yapı ve kültürel özellikler yönünden ortaklık gösteren, tarihsel olarak oluşmuş, en geniş insan topluluğu, millet.” Kelimenin yabancı dilde karşılığı olan Latince “natio:doğum”, orta İngilizcede (14. YY) “Kin: hısım, akraba” yine Latince “genius: ırk” köklerinden gelmektedir. Buna karşılık kelime anlamı ise: “nation: 1. people occupying the same country, united under the same government, and mostly speaking the same language: the English nation (aynı idare altında aynı toprağı (yurdu) tutan ve çoğunlukla aynı dili konuşan insan topluluğu.) 2.people, race or tribe; those having the same descent, language, and history (aynı dilden, tarihten ve atadan gelen halk, ırk ya da kabile). Anlaşıldığı üzere sözcüğün batılı kaynağında köken olarak kan bağından hareketle giderek ortak dile, tarihe ve yaşama deneyimine doğru bir yönelim söz konusudur. Diğer taraftan modern Türkçe sözlükte “ulus” olarak karşılık bulan sözcüğün aynı zamanda Arapça kökenden gelen “millet” ile eşleştirilmesinden hareketle bu sözcüğün eski Türkçedeki tanımına Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat” inden bakıldığında; “millet: 1.din, mezhep. 2. bir dinde ya da mezhepte bulunanların topu.” Buradan da anlaşılacağı üzere modern Türkçede “ulus” ile eşleştirilen “millet” sözcüğü dini bir temele dayanmaktadır. Nitekim Osmanlı toplum yapısının üzerine kurulduğu “millet sistemi” de bu temele oturmaktadır.
Bu denli sözcük taramasına başvurmamın nedeni, Osmanlı toplum yapısından cumhuriyet sonrası oluşturulmak istenen toplum yapısına geçişteki sorunun siyaset bilimi açısından geniş anlatıma konu olan karmaşıklığını farklı bir anlatımla dile getirmekti. Şimdi bu noktada masum anlatımdan işin çetrefil yanına geçiş yapmak için bir alıntı yapacağım. Baskın Oran, “Atatürk Milliyetçiliği” isimli kitabında, “Türdeş Toplumun Kurulması Sorunu” başlığı altında şunları belirtmektedir: “Atatürk milliyetçiliğinin ideolojisi ulus devleti kullanarak bir ulus oluşturmak isterken, bütün milliyetçilik ideolojileri gibi, bu yeni toplumsal birimin dayanışma içinde olacak biçimde türdeş (homojen) olmasını amaçlamıştır. Hem sınıfsal, hem de etnik açıdan “bölünmez” bir blok oluşturmak istemiştir.” (Baskın Oran, 1Atatürk Milliyetçiliği”, s.208). Atatürk bu anlayışı henüz kurtuluş savaşı devam ederken 1 Aralık 1921’de Bakanlar Kurulunun görev ve yetkisini belirten kanun teklifi nedeniyle konuşmasında şu sözleriyle tarif etmektedir: “Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, ilmi mahiyeti itibariyle, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi yegâne tecelli ettiren bir hükümettir…Sosyoloji noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse “halk hükümeti” deriz.”(Fethi Naci, “100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri”, s.34). Bu ifadedeki “halk”ı ise Atatürk şöyle nitelemektedir; “…Fakat mesleki içtimai (doktrin) dahi düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbab-ı sâyiz (emekçileriz), zavallı bir halkız! Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Binaenalyh her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur! O halde ifade ediniz Efendiler! Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir mesleki içtimaidir (doktrindir). Efendiler! Biz bu hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce (genel kurulumuzca), heyet-i milliyemizce (milli bütünlüğümüzce) bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız. Binaenaleyh bu ve bu gibi teşvikatla ve izahatla hükümetimizin dayandığı esasın, ilmi içtimaiye (sosyolojiye) dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, Sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efandiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz. Efendiler” (F.Naci, a.g.e. s.34-35). Baskın Oran yukarıda belirttiğimiz kitabında, bağımsızlık evresinde bölünmez homojen, bir blok oluşturma amacının ve sorununun bulunmadığını, bağımsızlık sonrasında cumhuriyet kurulduğunda ise etnik ve sınıfsal bütünlük sorununun ortaya çıktığını ifade eder (B. Oran, a.g.e, s.208-209). Oysa önce de belirtildiği gibi sınıflaşmayı dışlayan halkçı doktrin daha savaş devam ederken ortaya atılmıştır. Doğru olan saptama ise bu iki sorunun varlığıdır. Nitekim Oran, başat ideolojinin Türkiye’de çatışan sınıflar olmadığı savından önce pratikte sonra da kuramsal olarak çok partili yaşama geçilmesiyle paralel olarak vazgeçildiğini ancak etnik bütünlük sorununun ters bir gelişim gösterdiğini belirtir (B. Oran, a.g.e. s.210). Diğer taraftan pratikte durumun tam da böyle olmadığını bize daha soldan bir kalem olan İsmail Beşikçi Temmuz 1977’de söylemektedir; “Gerek Büyük Şef ve Daimi ve Değişmez Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal, Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan İsmet İnönü, Van, Diyarbakır, Ağrı, Urfa, Siirt, Bitlis yörelerindeki, çok köklü, dallı budaklı şeyhleri sürekli olarak mebus tayin etmişlerdir. Onların geleneksel imtiyazlarına dokunmak şöyle dursun bilakis teşvik etmişlerdir..Öte yandan Türklerle Kürtler arasındaki tek ortak özellik din idi. Araplarla Türkler arasındaki tek ortak özelliğin de din olması gibi. “şeyhlerle, şeyhlikle mücadele ediyoruz” diyerek, bu tek ortak noktanın da baltalanmaması, bilakis kullanılması ve teşvik edilmesi gerekiyordu. Kemalistler bu ilişkinin çok iyi bir şekilde bilincine vardıkları için, istihbarat örgütleri kanalıyla, bu ortak özellikten yararlanmanın her türlü yolunu aramış ve bulmuşlardır. Uygulamışlardır…Bugün bu ilişkiler özellikle MSP tarafından yürütülmektedir…Kürt ulusallığının İslam enternasyonalizmi anlayışı içinde eritmek..MSP bunun için devlet desteğine sahiptir.. (İsmail Beşikçi. “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu, s298-301). Beşikçiye göre amaçlanan kendi kişiliğini reddeden, yani objektif bakımdan “Kürt” subjektif bakımdan “Türk” olanların gelişmeleri için her türlü olanağı sağlamaktır (İ. Beşikçi, a.g.e s.302). İşte yumuşatarak aktarmaya çalıştığım bu ifadeler sorunu yukarıda neden çetrefilli diye nitelediğimi özetlemektedir sanırım. Sorunun kuruluştan buyana izlediği seyir ve günümüzde yaşananlara da ışık tutmakta diye düşünüyorum.
Şimdi konuyu yukarıdaki sıcak noktaya getiren gelişmelerin biraz daha başlangıcına dönmek istiyorum. Bunun için Balkan Savaşı sonrasında ve ilk büyük savaşın başlangıcında kendisini iyice hissettirmeye başlayan “milli akımın” önde gelenlerinden Ömer Seyfettin’e kulak vermek gerekmektedir. Olan bitene anlam verme ve kimlik arayışına bir cevap olarak şu üç kelimenin anlamına yönelmektedir Seyfettin; “hars”, “medeniyet”, “temeddün”. “Müessese, fertlerden evvel mevcut olup da kendisini fertlere cebri yahut ihtiyari bir surette kabul ettiren bir idrak tarzı yahut bir amel tarzıdır. Hukuki kaideler dini itikatler ve dini ayinler, lisanın sarf ve nahiv (sarf ü nahv:dilbilgisi) kaideleriyle telâffuz tarzı, imla, yazı ve ilh. gibi…Bir uzuv nasıl müstakil ve münferit değilse müesseseler de öyledir…Müesseseler birbirleriyle muhtelif suretle birleşirler: 1) Müesseseler bir milletin muayyen hududu dahilinde tenazzum ettikleri (intizamdan-düzenlenme) zaman husule getirdikleri ahenk “hars” namını alır. 2) Müesseseler bir dine mensup milletlerin mecmuu (toplamı) olan bir “ümmet” yani bir “beynelmilliyet” dairesinde terekküp ettikleri (karışıp birleştikleri) zaman bundan çıkan mecmuuya “medeniyet” denilir. 3) Müteaddit ümmetlerin arasında intişar eden (yayılan) yahut etmekte bulunan müesseselerin mecmuuna da “temeddün” (uygarlaşma) ismi verilir. Medeniyetin başlıca esası: Dindir. İbadât ve itikadât gibi diğer bütün müesseseleri de din doğurmuştur. İçtimaiyat ilmi (sosyoloji), dini hadiselerin iptidaiyetini (başlangıçtaki bilgilerini) ilk defa gösterince herkes şaştı. Halbuki bunlar bütün diğer hadiselerin tohumu idi… “Temeddün” (uygarlık) ilmi usullerden, fenlerden âletlerden ibarettir. Ve “Beynelümem”dir(ümmetler arasıdır). Yaşadığımız asrın beynelümem bir temeddünü olduğu gibi Müslüman milletlere mahsus olmak üzere beynelmilel bir “İslam Medeniyeti” ve yalnız Türklere mahsus “Milli Türk Harsi” mevcuttur. Müesseselerin böyle üç türlü ahenk teşkil edebilmesi için üç türlü nâzımın (düzenleyenin) bulunması iktiza eder (gerekir): 1)lisan, 2) Din, 3) İlim. Müesseseler ir lisanın hususi rengiyle mülevven olarak (renklenerek) terekküb ettikleri (birleştikleri) zaman “hars” (kültür) meydana gelir... O halde “Millet” zümresini ayıran nedir? Lisandır. “Beynelmilliyet” zümresini tefrik eden nedir? Dindir. “Beynelümemiyyet” zümresini temyiz eden ise? İlimdir. Ve müesseselerin lisani bir şiraze ile birleşmesinden hars, dini bir şiraze ile birleşmesinden medeniyet, ilmi bir şiraze ile birleşmesinden temeddün husule gelir-İslam Mecmuası, sayı 27, 3 Nisan 1331 (1915) (Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri: Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar, 2000, s:73-78).
Bu durumda yukarıda yer verilen Atatürk’ün “Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız!” sözünden hareketle akla gelen soru şu oluyor ister istemez: Milli Mücadele verildikten sonra elde tutulabilenlerle (toprak, kaynak, vs.) mazlumluk, ezilmişlik çerçevesinden hareketle ortak bir amaca (kalkınma) yönelmek bir “halk” ve “ulus” olmak için bir yeter sebep midir? Bu sorunun yanıtını nesnel olarak verebilmek ise idealizmden ayrılarak ancak olgulardan hareketle mümkündür diye düşünüyorum. Bunu yapmayı bu yazının dışında tutarak yapılması gerekenin öncelikle Ömer Seyfettin’in “Millet” tanımından Atatürk’ün “Halk” ve onun gerektirdiği “Ulus” tanımlarına doğru gidişin toplumsal altyapısını analiz etmek olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Burada ise Atatürk’ün yukarıda değinilen kavramlar hakkında Ömer Seyfettin’den (giderek Ziya Gökalp’ten) temelde ayrılan düşüncesini belirtmek gerekirse: “…29 Ekim 1923 de Fransız yazarı Maurice Pernot’ya verdiği demeçte şu açıklamada bulunuyor: Memleketler çeşitlidir, fakat uygarlık birdir ve ulusun ilerlemesi için de bu biricik uygarlığa katılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü, batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok gurur duyup kendisini Avrupa uluslarına bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu doğru değildi bunu tekrar etmeyeceğiz” (İhsan Akay, Atatürkçülüğün İlkeleri, 1973, s:118). İhsan Akay’a göre: “Kültürün uygarlığa üstünlüğünü savunan” “… Gökalp’in Türkçülüğünden hayli yararlanmış olan Atatürk, kültür ile uygarlık kavramlarını çatıştıran tanımlamalardan hiç hoşlanmamış, aksine, kültür ile uygarlık kavramlarını uzlaştırmaya bakmıştır her zaman. Kültür ile uygarlık aynı şeydir Atatürk’e göre” (İ.Akay, a.g.e. s:124).

Hiç yorum yok: