28 Mayıs 2008 Çarşamba

Millet İradesinden Hareketle-2

Önceki yazıda, Millet İradesi kavramının yakın döneme ilişkin siyasi oluşumlardaki yansımasından hareketle; siyasi partiler, fikir akımları ve anayasa hukuku alanlarında başlıca kaynak kişilerden olan Tarık Zafer Tunaya’ya başvurarak Meşrutiyet döneminde yıkılmakta olan imparatorluğun kurtuluşu için ortaya çıkan akımlar arasında bulunan “İslamcılık Akımı” nın detaylı sayılabilecek bir anlatımı yapılmıştı.
Bu yazıda ise amaçlanan, söz konusu akımların karşılıklı etkileşimini ve Milli Mücadele ve Cumhuriyet’e giderken yaşananları incelemek ve nihayet gelişmelerin günümüz siyasi yapısına olan etkilerine değinmeye çalışmak olacaktır. Ancak daha önceki yazıda başvurulan kaynağın yazarının nesnelliğinin kaygı uyandırması olasılığına karşı farklı bir kaynağa başvurmak yararlı olacaktır. Bu kapsamda, “Şeriattan Laikliğe” isimli kitabında Sadık Albayrak Meşrutiyet dönemi ve sonrasındaki İslami düşüncedeki gelişmeleri anlatırken İslamı yeniden canlandırmaya kalkışan Yeni Müctehid – Reformcular olarak nitelediği ve dinde yeni içtihat (yorum) taraftarları olarak eleştirdiği kesimin temsilcilerinden Şemseddin Günaltay’a yönelik olarak şu kaydı düşmektedir(s.303-305): “İslam’a, müctehidlere hakaret, İslamda yeni bir inkilab isteyen Şemseddin Günaltay, dini müesseseler kaldırıldıktan sonra rejime tamamen uymuş ve devrin diktatör partisi C.H.P içinde hizmetlerine devam etmiştir. Çeyrek asır bir zaman içinde milletin maddi ve mânevî hayatına en büyük baskıları yapmaktan kendini alamayan ve bu bakımdan milletin nefretini kazanan C.H.P.’nin zevâli (sonu) yaklaştığı sırada, Meclise müslümanların canına ot tıkayacak olan 163. Madde sevk olunmuştur. Bu kanûnun müzakeresi sırasında, 8, 9 ve 10 Haziran 1949’da yapılan müzakerelerde şiddetli münakaşalar olmuş ve 163. Maddenin Ceza Kanûnuna konulması için C.H.P. bütün mevcudiyeti ile uğraşmıştır. Günümüzde bile müslümanların başından aşağı Demoklesin kılıcı gibi duran bu maddeye karşı çıkanlara cevap mahiyetinde, İsmet Paşa’nın cankurtaran simidi eski âlim ve müctehidlerden (!) Başbakan Şemseddin Günaltay kürsüye gelerek şöyle konuşmuştu: “Biz memelekette ihtilâl ve irticaı yaşatmıyacağız. Buna meydan vermemek için çalışıyoruz. D.P. Başkanı (Celâl Bayar) ile bu mesele hakkında birkaç defa konuştum. D.P. Başkanı daima irtica endişesini izhar etti. Ben kendisine irtica-ı önleyecek bir kanûn tasarısı hazırlayacağımı söyledim. Sizlere mi, Başkanınıza mı inanayım? Rica ederim, samimi olunuz, Efendiler! (Fuat Köprülü bunun böyle olmadığını söylemiştir)”…“Kanûn belki hiç tatbik edilmez. Fakat, Hükümet elinde böyle bir kanûnun bulunması, memleket düşmanlerına ve fena düşünenlere karşı hükümeti önleyici imkânla techiz edecektir.(Sağdan: Tehdit olarak kullanmak için, sesleri)”… “Lâisizme gelince: Bizim anlayışımıza göre, lâisizm, devlet işlerine yani milletin hayat ve kanûnlarına esas olarak başka menba’lara müracaat etmeksizin B.M. Meclisinin hükümlerini sağlamaktır. Din ile dünyayı ayırmanın manası budur. Lâisizmi dünya işlerine, din işlerini karıştırmamak, diye tarif ediyorlar ve bundan lâisizmin bir nevi dinsizlik olduğu neticesini çıkarmak istiyorlar. Fakat bizim anlayışımız hiç de böyle değildir. Bizim anlayışımıza lâisizm, bizim hayata aid bütün kanunlarımızı ancak B.M. Meclisi yapar demektir, başka hiçbir kaynağa istinat etmeyiz, demektir. Açıkça izah, edeyim, daha şu demektir: Arabistanın Hicaz çöllerinde yetişmiş olan İmamı Mâlik, bin bu kadar sene evvel, o zamanın ve o muhitin icab ve ihtiyacına göre yaptığı ictihadlara ittiba’ edecek değiliz. (Soldan bravo sesleri ve alkışlar) Yine söyleyeyim, Afrika’da Berberîler arasında yaşayan İmamı Hanbeli’nin memleketinin icab ve ihtiyaçlarına göre kurduğu esasları kabul edecek değilim. Bizim kabul edeceğimiz kanûnlar, bu memleketin ihtiyaçlarını bilen, yine bu memleketin en güzide evlatları olarak seçilip B.M. Meclisine gelen Milletvekillerinin tanzim edecekleri kanûnlardır.(Soldan alkışlar.)”
Şemseddin Günaltay, bu konuşmasında memleketimizde müslümanların daha çok Hanefî ve Şafîî Mezheplerine mensup olduklarını bildiğinden, daha fazla olarak da Mâlikî ve Hanbelî Hazretlerine ve mezheplerine çatmıştır. Bununla aslında hücûm İslam’a yapılıyordu.” Koyu İslamcılığın simalarından olan yazar Albayrak, Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan İslamcı Akımın temsilcilerinden ve 1949-50 yıllarının 18. Cumhuriyet Hükümeti’nin C.H.P.’li Başbakanı Şemseddin Günaltay’ı İslama karşı tutumu nedeniyle kendi sözleriyle böyle eleştirmektedir 1977 tarihli kitabında. Oysa 1924 Yılında kurulan İlahiyat Fakültesi’nin başına getirilen ve “dinin cemiyetlerin temel duygusu olduğunu” ve “din duygusu ne kadar canlandırılırsa fertlerin insanlığa o kadar yaklaşacağını” savunan ve T. Zafer Tunaya’nın nitelemesiyle İslamcılık akımının temsilcilerinden olan Günaltay sistemin laik yapısından ne anladığını açıklarken, din ve devlet işleri ayrımının, dinin toplum hayatına yön vermesinin yine toplumun yapısına ve günün koşullarına uygun olarak bizzat T.B.M.M. eliyle yapılmasının gereğini ifade etmektedir. Bu anlayışta dinin siyasetin etki alanından ve devlet işlerinden ayrılması anlamını çıkarmak olası görünmemektedir. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=99163
Tekrar başlangıçtaki tartışma noktasına döndüğümüzde, ekonomik dışa bağımlılıkla beraber gelen sosyal sorunlar ve devletteki çözülmeye çare olarak meşrutiyet döneminde ithal edilen batılı kurumların getirdiği yabancılaşma Osmanlı’nın kurtuluşunun İslam’a ve şeriata yeniden dönüşte olduğu düşüncesine zemin kazandırdığının altını çizmek gerekmektedir. Bu noktada Ahmet Yücekök 100 Soruda Türkiye’de Din ve Siyaset isimli kitabına başvurmak Yararlı olacaktır (s.69-73): “ İslam dini kamu hukukunu düzenleyen bir din olduğundan ve Tanrının iktidarını yeryüzüne indiren bir devlet teorisine sahip bulunduğundan İslam diniyle bir bütün meydana getiren politik doktrin de daima şeriata dayanan bir devlet anlayışı olmuştur…Köksüz ve etkisiz bir batılılaşmaya karşı başlatılan bu dinsel tabana oturtulmuş muhalefetin en ilginç yanı, muhalefetin başını çekenlerin batılaşma sonucu çıkar ve statü kaybına uğramış aydın-bürokratlar olmasıdır….Padişah adına hareket ettiklerini öne sürerek Osmanlı ülkesinin zararına eylemlerde bulunan büyük bürokrasiye karşı Yeni Osmanlıların yaptığı muhalefet yalnızca Osmanlı Devletini parçalanmaktan korumak değil fakat büyük bürokrasinin mutlak gücünü sınırlayarak kendi statü kayıplarını da telefi etmek amaçlarını taşımaktaydı. Bunu sağlamak için iktidarın tek elde toplanmasını zararlı bir güç olarak görüyorlar ve iktidarı Montesquieuden esinlenerek kuvvetler ayrımı ilkesi ile sınırlandırma amacını taşıyorlardı. Şurayı Ümmet, Şurayı Devlet ve Meclisi Ayan’ın kurulması ile bu kuvvetler ayrımı ilkesi gerçekleştirilecekti. Bu şekilde başta padişahın olduğu meşruti bir idare öngörülüyordu… İşte siyasal iktidarın mutlak gücünün bu şekilde sınırlanması şeriata dayandırılmak istenmiştir. Bu konudaki yaygın Yeni Osmanlı görüşü şöyledir: Başkalarının özgürlüklerine dokunmamaları için insanların özgürlüklerine sınır konulmalıdır ve insanlara da özgürlüğü Tanrı verdiği için bu sınırlama işlemi de gene en iyi Tanrı tarafından yapılacaktır. Bu nedenle meşrutiyet rejimini Tanrıya dayanan hukuk bilinci, yani şeriat düzenlemelidir… Bu arada egemenlik hakkının halka verilmesini savunan Yeni Osmanlılar bunu da dinsel bir tabana oturtmakta sakınca görmemişlerdir. Devlet kişilerin kendi istekleri ile bir araya gelerek oluşturdukları manevi bir şahsiyettir. Bu nedenle Devletin, kendini meydana getiren kişilerin çıkarlarına ters düşen herhangi bir çıkarı olamaz….Bu, Rousseeau’dan esinlenen “genel irade” kavramı da, gayet iğreti bir şekilde, şeriat’da yer alan “Biat”(*) kurumu ile karşılanmak istenmişti. Padişahın İslâm cemaatine sembolik olmaktan öteye gitmeyen hesap vermesi olan biat, hiçbir zaman bir halk egemenliğini temsil eden kurum olmamıştır. Çünkü kötü padişahın halk tarafından değiştirilmesi “Biat” kurumunda belirtilmemiştir. …Yükselmeye, Osmanlı bütünlüğünü sağlamaya ve batı uygarlığı düzeyine varmaya yönelmiş Yeni Osmanlılar hareketinin, toplumun harcı olarak İslâmi esasları kullanmasını bir çelişki olarak yorumlayabiliriz… Fakat bunun bir çelişki olmasının suçunu yeni Osmanlılara yüklemek haksızlık olur. Çünkü Osmanlı toplumunda görev yapamıyan ve kültür ikileşmesi doğuran batı kurumlarını İslâmi tabana oturtmak yeni Osmanlılar tarafından kaçınılmaz olmuştur….Geniş Osmanlı kitlelerinin yabancılık çekmeden katılacakları bir sistemi yaratmak için baş vurulacak tek çare siyasal sistemi toplum içerisinde en yakın kültür ve değer sistemine dayandırmak olacaktır. Ama batıdaki temsil ve denetim kurumları ne İslâm dininde ne de sanayileşmemiş, farklılaşmamış bir altyapının kaderci ve otoriter bir yansıması olan Osmanlı siyasal kültüründe bulunmaktadır. Statü kaybından dolayı batılılaşmaya karşı çıkan Yeni Osmanlılar, sosyo-ekonomik yeteneksizliklerden dolayı yabancı ve olumsuz karşılanan batı kurumlarını şeriata dayandırarak sürdürmek istemişlerdi. Batıda çok başka gayelere ve sosyal güçlere dayanılarak kurulan bu kurumların şeriata dayanarak yaşayamıyacağı ise fark edilememişti. Ama özellikle Namık Kemal bunu belki de aşırı iyimserliğinden dolayı görememişti…Namık Kemal ve arkadaşlarının temel çelişkisi şudur: devleti kuran insanlar o devletin hukukunun da neya hizmet edeceğini en iyi kendileri bilirler. Halbuki Yeni Osmanlılar kurdukları devletin hukukunu Tanrının kurallarına bırakmaktaydılar….Osmanlı toplumunda, iğreti batılaşma sürecine doğan tepki, kültürel, sosyal ve ekonomik yetersizliklerden ötürü tek yaygın değer ve bilinç sistemi olan dine dayandırılmış, kurulmak istenen özgürlükçü düzen bütün iyi niyetlere rağmen gerçekleşememişti.”
(*) Peygamberimiz (sav) müslümanların hoşlarına gitse de gitmese de, kendilerinden olan, yani Allah’ın hükmüyle hükmeden emir sahiplerine, yani yönetim işinin kendilerine biat ile verildiği yöneticilere itaat etmek zorunda olduklarını, ancak onlar günâh olan bir şeyi emrederlerse onlara itaat etmenin gerekmediğini söylüyor. (Buhari. Ahkâm/4, 9/78-79)… Kendisine biat edilen kimse biatin gereğini yapmazsa, ya da veliyyü’l emr olmanın sıfatlarını kaybederse biat geçersiz olur. Biat edilenler Kur’an’a, Sünnet’e ve toplumun menfeatına uygun iş yaptıkları sürece de biat bozulmaz. http://www.vaaz-hutbe.com/forum/biat_bey_8217-t6884.html?t=6884

Hiç yorum yok: