28 Mayıs 2008 Çarşamba

Millet İradesinden Hareketle-1

Günümüzün revaçta söylemi olan “millet iradesi” kavramının siyaset bilimindeki yeri ve bu konudaki literatürü şimdilik bir tarafta tutarak bu ifadenin yakın dönem tarihimizdeki siyasi akımlardaki yansımasının nasıl bir seyir izlediği ve günümüzdeki izleri konusunda bazı kaynaklara başvurarak sesli düşünme gereksinimi duydum. Farklı çağrışımlara ve tartışmalara neden olabilecek bir kavram üzerinden düşünmeye çalışmanın sıkıntısını duymamak olanaklı değil. Bu noktada düşünmeye M. Kemal Atatürk’ün adeta tarihle hesaplaşması niteliğindeki Nutuk’tan bir alıntıyla başlamayı doğru buldum. Bulunduğumuz coğrafyadaki siyasi yapılanmanın son asrına damgasını vuran bu insanın algılamalarından hareketle tartışmaya başlamanın yadırganacak bir tarafı olmamalı.
M. Kemal Atatürk, 1927 yılının Ekim ayında TBMM’de bizzat okuyarak tarihe yazdırdığı bu çalışmada, nesnel olarak kabul etmek gerekir ki o döneme kadar yaşanan hesaplaşmaların da etkisinin varlığında, sekiz yıl öncesindeki düşüncelerine atfen şu saptamayı yapmaktadır: “Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hayınlığından haberli olmadığı gibi o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil” (Söylev-I, Türk Dil Kurumu, 1966, s.8).
Yukarıdaki saptama, kendisinin ulus (millet) olarak nitelediği varlığın 1919 yılındaki sosyolojik yapısına ilişkin fikrini anlamak açısından önem arz etmektedir. Diğer bir ifadeyle, dönemin imparatorluk toplumuna hakim siyasi anlayışı, tarihsel olarak iradesini tanrıdan alan padişaha bağlı merkezi bir yönetim pratiğine dayanmaktadır. Nitekim Niyazi Berkes’e göre: “Bu sistemde devlet ve hükümet, halk sınıflarının çıkarlarını veya isteklerini temsil etmez. Onun için Osmanlı Sistemi hangi sınıflara dayanıyordu diye sormak abes. Hiçbir sınıfa dayanmıyor, sınıfları devlete dayandırıyordu. Devletin sınıflara dayandığı fikri yoktur zaten. Tersine, böyle bir fikir en korkulan şeydir, çünkü onlarca bu düzene ihtilal getirir. …Önemli olan şey devlet değil, hükümdar ve onun adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine uğramış başlarına devlet kuşu konmuş talihliler olduklarından kendilerini devletli sayarlardı. Devlet bir müessese değil güç sahibinin bir sıfatıdır… Bizde ancak Namık Kemaller zamanında devlet modern anlamını almaya başladı. Padişahları korkutan bu çeşit zındık fikirlerdi. Bugün bile okur yazar devlet adamlarımızın, devlet ile toplumsal sınıflar karşı karşıya getirildi mi tüyleri diken diken olmuyor mu? Çünkü demokratlık tasladıkları halde bunlar bile Osmanlılıktan henüz çıkmış değillerdir.”
Diğer taraftan, merkezi yönetim yapısının pratik ve akla dayanan uygulaması sayesinde artı değer yaratabilen padişah çevresindeki yönetici kadro içerisine girmenin kanalları halka açık haldedir. 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi isimli kitabında Murat Sarıca konuya ilişkin yorumunda; “Kanımızca Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı sınıflar yapısını, Osmanlıların devlet kurma konusunda doğal bir eğilime sahip oldukları, Osmanlı Toplumu’nda sınıfların bulunmadığı şeklinde yorumlamamak gerek. Böyle bir yorum, devleti, toplum dışı ve sınıflar üstü bir varlık olarak değerlendirmek anlamına gelir. Osmanlı’da ilk zamanlarda, Tanrı adına padişaha ait olan toprakların mülkiyeti değil, yalnızca kullanma hakkı (zilyetliği) görev karşılığı (fonksiyonel olarak) has, tımar ve zeamet olarak dağıtılıyor. Böylece artı ürün, vergi yoluyla, padişahla birlikte onun görev ve rütbe verdiği, dilediği zaman değiştirebildiği, kapıkulu dediğimiz bir zümrenin elinde toplanıyor. Öte yandan ticaret de padişahın iznine bağlı olduğu gibi merkezi devlet, gedik ve narh usulüyle, bütün ekonomik hayatı denetim altında tutabiliyor.” demektedir.
Yukarıda değinilen saptamalar da dahil olmak üzere Osmanlı devlet, toplum ve üretim yapısına ilişkin olarak ileri sürülen tezler bir dönemin üzerinde çok tartışılan konularından olmakla birlikte halâ birinin diğerine belirgin bir üstünlüğünün olduğuna dair bir uzlaşıdan söz etmek doğru olmayacaktır. Ancak altı çizilmesi gereken somut durum, yukarıda da ifade edildiği üzere, uzun süre çözülmeden ve her şeye rağmen ayakta kalabilmiş merkezi güce dayanan devlet sistemi ve onun bürokrasisinin varlığıdır. İşte imparatorluk dağılmaya başlayarak yıkılmaya yüz tuttuğunda çözüm için bulunan çareler de yine merkezi yapıya uygun olarak bu kadrolardan halka doğru olmuştur. Bu durum aşağıda detaylarına girmeyi düşündüğüm farklı akımlar için bir genelleme yapmayı gerekli kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle dönemin ağır siyasi ve toplumsal sorunlarına farklı fikir akımlarınca getirilen çözümlerin yönünün yukarıdan aşağıya yöneldiğini saptamak gerekmektedir. Bu anlamda söz konusu akımlarca millet iradesine dayanmanın ilk planda yer almadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu noktadan sonra Osmanlının çözülme sürecinden başlayarak kurtuluşun çaresi olarak ortaya çıkan başlıca eğilimlerden hareketle günümüze yansımaların izini sürmeye çalışmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Buna girişmenin ise bugün yaşanmakta olan siyasi gerilimin ve buna yol açan kırılmanın nedenlerini algılamaya yardımcı olabileceği kanısındayım.
Murat Sarıca yukarıda değinilen çalışmasında, Meşrutiyet döneminin kurtuluş akımlarından bir tanesinin, şeriat hükümlerinin tam uygulanması ve şeriata dönülmesi yoluyla eski Osmanlı düzeninin yeniden canlandırılması, diğerinin ise ordudan başlayan bir yenileşmeye girişerek ve Batıya öykünerek kalkınmaya çalışmak olduğunu belirtmektedir. Düşünme eylemimize yardımcı olacağı ve bugüne yönelik çağrışımları da dikkate alınarak bu akımları biraz daha yakından incelemekte yarar bulunmaktadır.
Nedir birinci grubun çıkış noktası ve çözüm önerisi? Bu konuda başlıca kaynaklardan olan Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri isimli kitabında “İslamcılık” olarak nitelediği bu akıma dair şunları kaydetmektedir: “İslamcılık cereyanı İkinci Meşrutiyetin en kuvvetli siyasi fikir cereyanı olmuştur. İlmiye sınıfının İmparatorluk içindeki nüfuzu bu cereyana Devlet teşkilatından faydalanarak geniş bir yayılma imkânı sağlamış ve şekillenmiştir. Devlet ödeviyle din ödevleri arasındaki ayniyet bu cereyanın Osmanlı ferdinin ve toplumunun hayatlarına tamamıyla hakim olmasının belli başlı sebebidir. …İslamcılar Batılılaşma meselesini, Doğu-Batı kıyaslamasından elde ettikleri sonuçlara bağlamışlardır. Öteki fikir ceryanlarında olduğu gibi, İslamcılar da İslam dünyasının, dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun gerileme ve yıkılma buhranları içinde olduğunu açıkça ortaya koymuşlar ve bu durumun sebeplerini araştırmışlardır. Şu kadar var ki İslam alemi, XX. Yüzyılda kalkınacağı zaman karşısında büyük bir medeniyet ve teknik devini, Batıyı bulmaktadır. İslam dünyası, muhakkak ki, kalkınması için Batıya muhtaçtır. Fakat önemli olan Osmanlı İmparatorluğu gibi bir İslam devletinin Batıdan ne alacağıdır. İslamcılara göre Batı ve Doğu medeniyetleri ayrı şartların ve sebeplerin eseridir. Bir medeniyet alanından diğerlerine geçmeye de lüzum yoktur. İslamcılar evvela iki meeniyet arasındaki farkları belirterek, Müslümanlığın Batı medeniyetine nazaran üstünlüğünde karar kılmışlardır. “Bedevi bir kavmi” yeryüzünün en ileri bir Devleti haline getirmiş olan İslamlık XX. Yüzyılda Batının varmış olduğu sosyal ve politik şartlara halen sahiptir, bu alanda Batı medeniyetin muhtaç değildir. Hatta Batı bu bakımdan geridir de… Demokrasi İslamda yüzyıllarca evvel kurulmuştur. Batı bu alanda geç bile kalmıştır. Batının asıl zayıf olan tarafı ahlâkı ve maneviyatıdır. İslamlık işte asıl bu alanda Batıdan hiçbir şey almaya mecbur değildir. Batı Doğuya nazaran sırf teknik bakımdan üstündür. Ekonomi, maddi alandaki kalkınmalar için gerekli metot ve malzemeyi ve yalnız bunları, Batıdan almak mümkündür ve gereklidir…. Batının ahlak, maneviyat bakımından geriliğinin baş sebebi layiklik rejimini kabulde görülür. Şeyh Abdülhak Bağdadi’ye göre, Batının siyaset prensipleri istibdatlarla savaş sonunda, bunlara bir reaksiyon halinde vücut bulmuştur. Bu doktrinlere göre istibdatların, geriliklerin belli başlı sebepleri arasında bilhassa “dini” baskılar gelmiştir. Sonuç olarak Batı, dini devletten ayırmıştır. O kadar ki din ve ahlâktan kurtulan siyaset başıboş kalmıştır….İslamcılar bu girişten sonra İslamiyetin içinde bulunduğu güç durumu saklamamışlardır. M. Şemsettin’e (Günaltay) göre, Batı büyük bir medeniyet yolunda hızla ilerlerken Osmanlı İmparatorluğu “Lale Devrini Küşad etmişti” Sonunda yeniden kalkınabilmesi için ahlâkından nefret ettiği Batının metot ve vasıtalarına muhtaçtır. İslamcı cephenin Batılılaşma prensibi bu suretle açıklık kazanmıştır: Batının ahlakını, sosyal fikirlerini bir tarafa bırakmak gerekir, fakat teknik ilerlemelerini almak şarttır. Bize düşen müspet ve menfi durumları büyük bir dikkatle tesbit ve ona göre hareket etmektir. Böyle bir kaide ile Batı medeniyetini Osmanlı ülkesi içine nakletmek arasında derin farklar vardır. Bu suretle İslamcılık cereyanı tam mânâsıyla gelenekçi oluyordu….İslamcıılık cereyanının gelenekçiliği Batılılaşma metodunu da açıklamıştır. İslamcılara göre Batılılaşma iki esas kaideye dayanmalıdır. Birinci kaide, taklitten kaçınmaktır. Taklit, iki bakımdan yetersizdir, faydasızdır ve zararlıdır. Mehmet Akif durumu acı bir tenkide tabi tutmaktadır… “Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selâmı taklit, kelâmı taklit, hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil, gerçek bir sosyal topluluk vücuda getirmez, binaenaleyh yaşayamaz.” Taklidin iğretiliği yanında bir mahzur daha vardır. O da birbiriyle kaynaşamayarak, gerçek bir senteze vardırmayacak acaip bir durumun ortaya çıkmasıdır. İmparatorluğun kararsız Sadrazamlarından ve İslâmcı cereyanın liderlerinden Sait Halim Paşa da bu meseleyi iğneli bir üslûpla ele almıştır: “Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlâkiyatına inanan, bununla beraber sosyolojide Fransızın, siyasette İngilizin telâkki tarzlarını kabul eden bir Müslüman, ne kadar seçkin bir kimse olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir.” Batılılaşma metodunun öteki kaidesi, Batıdan alınacak hususların memleketin kendi (İslami) gelişme kanunlarına ve gerçek ihtiyaçlarına göre yapılmasıdır. Bu ise sadece teknik alanda olmalıdır. Muhakkak ki İslam aleminin fikri bir kalkınmaya da ihtiyacı vardır. Fakat bu İslam kaidelerine göre gerçekleştirilebilmelidir.”
Olabildiğince blok olarak yer verdiğim ve bazı koyulaştırmaları gerekli bulduğum yukarıdaki alıntının, oldukça uzun yer tutmasına karşılık Meşrutiyet döneminin “İslamcılık” olarak nitelenen akımının kavranması açısından gerekli olduğunu düşündüm. Bu akımın günümüze olan etkilerinin izlerinin kavranması açısından yine Tunaya’nın İslamcılık Cereyanı isimli kaynağına başvurmak yararlı olacaktır. Söz konusu akımın Meşrutiyet sonrasındaki durumu hakkında Tunaya şu saptamayı yapmaktadır:“İslamcılık cereyanı Meşrutiyetle başlayan ve son bulan bir fikir akımı değildir. Meşrutiyet İslamcıları teokratik bir saltanat formülü etrafında çevrelenmişlerdi. Bütün çabaları Osmanlı İmparatorluğu’nun ihyası, yeniden kurulurcasına kalkınması gayesinde toplanmıştı. Fakat, cereyan saltanatın yıkılışından sonra da devam etmiştir. Türk Devrim hareketinin içinde de, karşısında da bu cereyan mensupları görülür. Aralarında, Meşrutiyetten devredilenler olduğu gibi, yeni yetişenler de vardır. Başlangıçta Türk inkılabının da hocaları, fetvacıları, şer’iye vekilleri, laik olmayan siyasi müesseseleri ve anayasa maddeleri vardı. Bu bakımdan, İslamcılık cereyanı, hayli değişik şartlar içinde, Cumhuriyet rejimi içinde de devam edecek bir ortam bulmuştur ve bugün de aynı köprübaşılara sahip olduğu kanısındadır. Cumhuriyet tarihi içinde, İslamcı cereyanın en büyük özelliği, Türk Devrimi’nin kuvvetli yıllarında ve hükümetlerin devrim prensiplerine enerjik bir şekilde bağlı kaldıkları devrelerde, açık yorumlarını ve çalışmalarını azaltmış ve zayıflamış oluşudur. Cumhuriyet rejimi içindeki İslamcı fikirlerin, Meşrutiyettekilere kıyasla en büyük farkı şu noktalarda toplanabilir: a) Bu fikirler, laik bir devlet kadrosu içinde, teokratik bir özlemin ifadesi olarak açığa vurulmuşlardır. Bu ifade genel olarak zayıf olmakla beraber, mesela Ticanilik, Nurculuk hareketlerinde Menemen isyanı gibi Nakşibendilik olaylarında gayet kuvvetlidir ve açıktır; b) Cumhuriyet İslamcıları Meşrutiyettekilere nazaran ilmi bakımdan çok daha fakirdiler; c) Günlük politika olaylarına (umumi hayata) çok daha fazla karışma iddiasındadırlar. Cumhuriyet rejimi boyunca, İslamcı bir fikir akımının doğmamış olmasını mensuplarının kültür kıtlığında aramak gerekir. Yapılan şey, Meşrutiyetteki tezlerin ve belli başlı fikirlerin tekrarından ibaret kalmıştır. Meşrutiyettekiler gibi din felsefesi ile uğraşmamışlar, bir tekrarlama edebiyatı içinde sıkışık kalmışlardır. Cumhuriyet İslamcıları herhangi bir eğitim veya öğretim müessesesi kuramadıkları gibi, böyle bir kuruma bağlanmış da değillerdir. Açılmasını istedikleri İlahiyat Fakültesi kendilerini tatmin etmemiş ve fikri bir üs vazifesi görememiştir. Bu çevre mensupları fikirlerini dini dergilerde, gazete ve broşürlerde açıklamışlardır. Minberlerden halka duyurma yolu, köylerde ve yasama alanında (TBMM’de) tezlerini açıklamak imkânlarını bulmuşlardır. Minberlerden halka duyurma yolu devrimin tartışıldığı devrelerde mümkün olabilmiştir… İslamcı fikirlerin siyasi hayata karışması, bilhassa 1945 yılından itibaren başlamıştır. Bu çevre mensuplarının politik tutumları bilhassa devrim aleyhtarlığı, “27 senelik istibdat” (1923-1950:, “dinsiz parti (CHP) –dinli parti (DP)” ayırımı gibi temalar üzerinde toplanmıştır. Esas itibariyle, Cumhuriyet rejimi boyunca İslamcı cereyanı savunduklarını ileri sürenler siyasi yorumlar üstü, bu yorumları besleyebilecek değerde bir fikir çalışması yapamamışlardır… İslamcı fikirler, 1945’ten itibaren özlerini açıklama alanında yalnız kalmamışlardır. Bu fikirleri geniş bir muhafazakâr, gelenekçi çevre ve bu çevrenin yayım organları içinde aramak gerekir. Bilhassa, son yıllarda, memleketimizde geniş ve elastiki terimler altında toplanan çevreler dini fikirlerle karışık bir ifade şeklini tercih etmektedirler. 1962’de, İslamcı fikirleri “milliyetçi”, “sağcı” olduklarını iddia eden geniş bir siyasi halita içinde incelemek gerekir…İslamcılık cereyanının Meşrutiyetten bugüne Batı, batılılaşmak, Batı Medeniyeti ile ilgili tezlerinde iki müşterek nokta vardır: a- Batı medeniyeti canlı bir bütün olarak kabul edilemez. Müslüman toplumlara uymaz. Hıristiyanlığın eseridir. Bu iddiada, İslamcılar yalnız kalmamışlardır. Batı’da sosyal olayları Hıristiyanlık açısından gören ve Türklere sevgi beslemeyen tarihçiler ve tetkikçiler ve bunların tesiri altında kalanlar da aynı fikirdedirler. Bu bakımdan İslamcılar bu iddiada, kendilerine tamamen düşman bir çevre ile aynı fikirdedirler. Türk Devrimi ve bütün davranışlarıyla Atatürk ve devrimci ekibi bu iddiayı kökünden reddetmişler ve Batı medeniyetini “müşterek” bir medeniyet ve mamelek sayılmışlardır.”

Hiç yorum yok: